Şehir Tarihi
Tarih Öncesi Çağlardan Günümüze Kahramanmaraş Tarihi
Tarih Öncesi Maraş
Kahramanmaraş ve çevresinin tarih öncesinde yerleşim yeri olarak belirlenmesinde ve burada bir kültürün inşa edilmesinde coğrafyanın ve iklimin büyük bir etkisi olmuştur. Doğu Akdeniz’de dört mevsimin yaşandığı iklime, zengin yer altı ve yer üstü su havzasına, verimli tarım arazilerine, zengin bitki örtüsüne ve hayvan çeşitliliğine sahip olan Maraş ve çevresi, tarihi öncesi çağlarda varlıklarını idamelerinde kolaylık sağlaması nedeniyle insan toplulukları tarafından yerleşim yeri olarak tercih edilmiştir. 1990’nın ortalarında Kahramanmaraş’ın güneydoğusunda yer alan Domuztepe Höyüğü’nde, California Üniversitesi’nden Prof. Dr. Elizabeth Carter ve Manchester Üniversitesi’nden Dr. Stuart Campbell başkanlığında yapılan kazılarda bulunan eserler, Kahramanmaraş ve çevresinin tarihinin MÖ 7000-7500 yıllarına kadar dayandığını göstermiştir. Kazı alanından çıkarılan yuvarlak ve üzeri motifli mimari kalıntılar,taştan yapılmış olan aletler, boyalı çanak çömlek kalıntıları, mühürler, insan ve hayvan kemikleri, toplu mezarlarda ve yerleşim alanlarındaki kül kalıntıları bölgede büyük bir yerleşim alanı kurulduğunu göstermiştir. Yaklaşık 20 hektarlık bir alana kurulmuş yerleşim alanında, tahmini 20 bin kişinin yaşadığını belirten Amerikalı Arkeolog Prof. Dr. Elizabeth Carter, bu durumu “O döneme ilişkin umulmadık bir gelişme” şeklinde açıklamıştır.
Domuztepe Höyüğü dışında, Pazarcık bölgesinde Gani ve Bozdağlar mevki, yine Pazarcık ve Türkoğlu ilçeleri arasında henüz üzerinde derinlemesine bir bilimsel çalışma başlatılamasa da yüzey araştırmaları yapılmış onlarca höyük ile Döngel Mağaralarında bulunan tarih öncesi devirlere ait eserler, Kahramanmaraş’ın binlerce yıl önceden bu yana yerleşim yeri olarak tercih edildiğini göstermektedir. Elbistan’daki Karahöyükteki tarihi kalıntılar Domuztepe Höyüğü’ne göre daha yakın bir tarihi işaret etmesine rağmen Kahramanmaraş ve çevresinin tarım ve hayvancılığın yapıldığı bir yer olmasının yanında önemli bir ticaret merkezi de olduğunu göstermiştir. Bunların dışında Maraş merkez ve çevresinde Hopaz Höyük, Bozhöyük, Minehöyük, Göllü Höyük, Kılılı Köyü Höyüğü, Sivrice Höyük Hanobası Höyüğü, Maltepe Höyük ve Yassı Höyük gibi elliden fazla höyük tespit edildi. Bu höyüklerin bir bölümünün yüzey araştırmaları yapılırken bir bölümü ise bilimsel çalışma programına dahil edildi.
MÖ 2000-1200 tarihleri arasında Anadolu’da büyük bir medeniyet inşa eden Hititler, Maraş ve çevresine de hâkim oldular. Hititliler döneminde, Mezopotamya’dan başlayıp Batı Anadolu’ya uzanan, yine Mısır’dan gelip Suriye’nin kuzeyinden geçerek şehir merkezine ulaşan ve buradan Malatya üzerinden Kafkaslara ve yine Göksun-Kayseri üzerinden İç Anadolu’ya ilerleyen ticaret yollarının kesiştiği noktada bulunan Maraş, büyük toplulukların yaşadığı bir merkez haline dönüştü. Hititli krallar şehrin imarına önem verdiler. Şehir merkezinde büyük bir kale inşa ettiler. Ticaret yolları üzerindeki dar geçitlerin olduğu bölgelerin güvenliğini sağlamak için derbentler yaparak tüccarların güvenliğini sağladılar.
Elbistan, Pazarcık, Türkoğlu ve Maraş çevresindeki kazılarda, Hitit dönemine, Asur ticaret kolonileri çağına ait önemli eserler bulunmuştur. Hititler dönemine ait taştan yapılmış heykeller, araç gereç kalıntıları, Asur ticaret kolonilerinde sık rastlanan boyalı çanak çömlek örnekleri, demir, bakır ve tunç eserler, kemikten yapılmış süs eşyaları Maraş’ın tarih öncesi dönemlerine ışık tutmaktadır. Tüm bunların yanında Elbistan, Afşin, Göksun hattındaki çok sayıdaki höyük ile Pazarcık-Türkoğlu arasındaki onlarca höyükte yapılacak yeni bilielçalışmaların Maraş’ın tarih öncesi döneminin aydınlatılmasında etkili olacağı muhakkaktır.
İlkçağda Maraş
Maraş Adının Ortaya Çıkışı
Maraş şehrinin adıyla ilgili en eski yazılı bilgiler Hititlere aittir. Hitit yazıtlarında Maraj ve Markasi ifadeleriyle anılan şehirde, Hitit İmparatorluk çağı sona erince Gurgum adında bir şehir devleti kurulmuştur. Asur ticaret kolonilerinin Anadolu’da yayılmasıyla birlikte Anadolu’nun birçok bölgesinde Asur krallığının siyasi, ticari ve kültürel tesirleri görülmeye başlanmıştır. MÖ IX. Asırdan başlayıp VIII. Asra kadar süren Anadolu’daki Asur Koloni Çağına ait yazılı metinlerde de Maraş ve çevresiyle ilgili bilgiler yer almıştır. Asur Krallığı’nın Anadolu içlerine doğru yayılmaya başladığı dönemde bölgeye önce Asurlu tüccarlar gelmiştir. Bunları daha sonra Asur orduları takip etmiştir. Bu dönemde Maraş ve çevresinde hüküm süren Gurgum Krallığı ve başkenti Maraş ile ilgili Asur yazıtlarındaki ilk bilgilerde, şehrin adının Markasi, Markaşti olarak kaydedildiği görülmüştür. Yine Geç Hittiler dönemine ait çok önemli bilgilerin yer aldığı Boğazköy Yazıtlarında da şehrin adı Maraş olarak yer almıştır.
Hitit ve Asur döneminin bazı kaynaklarına ilaveten başka kaynaklarda da Margaji, Marah, Margas, Markaji, Gurgum olarak da anılan şehrin adı hususunda Tarihçi Heredot, Hitit ordusundan Maraj adlı bir komutanın şehri kurmasından dolayı şehrin onun adıyla anıldığını belirtmektedir. Romalılar döneminde Germenicia, Arapların bölgeyi fethinden sonra Mer’aş, Bizans devrinde Marassion veya Marasin, Osmanlı döneminde ise Maraş adının yanında Zülkadiriyye şeklinde isimlendirilen bölge, bugün İstiklal mücadelesinde kazandığı büyük zaferden dolayı verilen unvan ile birlikte Kahramanmaraş olarak kullanılmaktadır.
Hititler Dönemi
İç Anadolu ve çevresinde MÖ 2000 ile 1200 yılları arasında hüküm süren Hititler, Maraş ve çevresine uzun yıllar hâkim oldular. Verimli arazilere sahip olan bölgenin bulunduğu stratejik konumunu da göz önünde bulunduran Hititli krallar, bölgede çok sayıda yerleşim yeri kurdular. Maraş Kalesi başta olmak üzere ticaret yollarının güvenliğini sağlamak üzere çok sayıda kale inşa ettiler. Doğu –batı ve kuzey –güney yönlerindeki ticaret yolları bölgenin dışarından göç almasına neden oldu. Büyüyen ve gelişen Maraş şehri ve çevresi konumu, verimli arazileri ve ticaret yollarının kesiştiği bir noktada olması gibi özelliklerinden dolayı çevredeki uygarlıkların hedefi haline geldi.
Hitit İmparatorluk çağının sona ermesinden sonra tarihçiler tarafından Geç Hitit dönemi olarak adlandırılan Hitit şehir devletleri döneminde Maraş ve çevresinde Gurgum Şehir Devleti kuruldu. Gurgum’un başkenti Markasi’ye gelen Asurlu tüccarlar, şehir hakkında önemli bilgileri kayıt tutmaya özen gösterdiler. Gurgum Krallığı ile Asurlular arasındaki ilişkiler bir müddet sonra bozuldu. Asurlular ilk zamanlar ticaret yapmak amacıyla geldikleri bölgenin idaresini ele geçirmek için saldırgan bir tutum sergilediler. MÖ 858 tarihinde Gurgum Şehri Kralı Mutallu, Asurlar ile baş edemeyeceğini anlayınca Asur Kralı III. Salmanassar’a gönüllü olarak haraç vermeyi kabul etti. Sonraki dönemlerde de Gurgum kralları Asur krallarına vergi vermeye devam ettiler. Geç Hitit devrinin en önemli şehir devletlerinden biri olan Gurgum Şehir Devleti’nden günümüze kadar ulaşan Maraş Aslanı ve Fırtına Tanrısı heykeli önemli tarihi eserler olarak günümüzde muhafaza edilmektedir.
Asurlar Dönemi
Asur ticaret kolonileri çağında Suriye ve Anadolu’ya doğru yayılan Asurlar, Hitit İmparatorluğu’nun yıkıldığı ve yerine şehir devletlerinin kurulduğu dönemde Maraş ve çevresine ulaştılar. Geç Hitit döneminin önemli şehir devletlerinden biri olan Gurgum Şehir Devleti’nin başkenti Maraş ile ilk temas Asur Kralı III. Salmanasır döneminde oldu. Kral Tiglat Plaser dönemine gelindiğinde artık ticari faaliyetler yerine siyasi ve askeri müdahaleler dönemi başladı. Asur birlikleri Gurgum Krallığı’nın topraklarına saldırılar düzenlemeye başladır. MÖ 711 yılına gelindiğinde ise artık Gurgum Kralığı, Asurlara karşı koyamayacağını kabul ederek gönüllü olarak haraç vermeyi kabul etti. Asur Kralı Sargon ve ondan sonra gelen II. Sargon döneminde Maraş ve çevresi Asurlar bir vilayetine haline dönüştü.
Maraş çevresindeki hâkimiyetleri döneminde (MÖ 720-612) Maraş merkez, Pazarcık ve Elbistan taraflarında etkili oldular. Asurlar döneminden kalan eserler bu dönemde bölgenin ticaret merkezi olduğunu, madencilik ve tarım alanlarında da önemli faaliyetlerin yürütüldüğünü göstermektedir.
Med ve Persler Dönemi
Med istilası sonrasında başkentleri, Ninova’yı kaybeden Asurlar, kısa sürede tarih sahnesinden silindiler. Asurlar öncesinde kısa bir süre Urartuların kontrolüne girmiş olan Maraş, Kimmerler ve İskitlerin de yağma akınlarında zarar görmüştü. Asurların tarih sahnesinden çekilmesinin ardından Maraş ve çevresi kısa süreliğine Med İmparatorluğu topraklarına dâhil oldu. Fakat Medler Maraş ve çevresindeki yerleşim yerlerini yağmalamaktan başka bir şey yapmadılar. Çok geçmeden Güneybatı İran’da ortaya çıkan Pers Hanedanlığı, önce Medleri tarih sahnesinden sildi sonra da Medler ve Asurların hâkimiyet alanları ile tüm Anadolu’ya hâkim oldu.
İmparator II. Kiros’un Lidya Krallığı üzerine yaptığı sefer sırasında yol güzergâhları üzerinde olan Maraş’ı ele geçiren Persler, MÖ 333 yılına kadar bölgede hâkim oldular. İmparator I.Darius döneminde Kapadokya Satraplığına bağlanan Maraş, Pers hâkimiyeti döneminde fakirleşti. Hayvancılıkla geçinen yöre halkı, ağır vergilerle baskı altında tutuldu. Medler ve Persler dönemine ait Maraş ve çevresinde günümüze ait önemli herhangi bir eser bulunmadığı gibi Med ve Pers yazılı belgelerinde de Maraş ve çevresi hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
Helenizm ve Selefkoslar Dönemi
Makedonya Kralı Büyük İskender ve Pers İmparatoru III. Darius arasında MÖ 333 yılında Issos’ta (İskenderun) yapılan büyük savaşı, Makedonyalılar kazandı. Büyük İskender önünde orduları bozguna uğrayan III.Darius’un geri çekilmesi üzerine Maraş da dahil Kapadokya Satraplığı el değiştirerek Büyük İskender’in ülkesine dahil oldu. Böylece Maraş ve çevresi MÖ 333 tarihi itibariyle Helenizm uygarlığının bir parçası haline geldi. Büyük İskender doğuya doğru seferlerine devam ederken, fethettiği bölgelerin idari taksimini ve vergi sistemini kurduktan sonra bölgenin kalkınmasından sorumlu valiler tayin etti. Özellikle yerel halkın desteğini alarak fetihlerin kalıcı olmasını sağlamaya amaçladı. Maraş ve çevresinde yapılan arkeolojik kazılarda Helenizm dönemine ait eserlere, sikkelere rastlanılmıştır.
Büyük İskender’in (MÖ 323) çok genç yaşta ölmesinin ardından ülke toprakları ordu komutanları arasında pay edildiğinde Maraş ve çevresi General Selefkos’a düştü. Selefkos Kuzey Suriye, Antakya, Urfa ve Maraş bölgelerini içine alan bölgede başkent Antakya olmak üzere kendi adıyla anılan bir devlet kurdu. Başkent Antakya’ya yakın olması, verimli arazilere sahip olması ve yine Anadolu’nun en önemli ticaret yollarının kesiştiği bir yerde olması Maraş’ın gelişmesini sağladı. Büyük İskenderin komutanları arasında birbirlerine karşı üstünlük sağlama mücadelesinde Frigya bölgesini hâkimi Antigon ve daha sonra yerine geçen oğlu Dmitriyus döneminde Elbistan, Afşin ve Göksun bölgelerinde büyük savaşlar yapıldı. Bu mücadeleler döneminde hatta bir müddet Antigon, Efsus’u (Afşin) ele geçirip burada adına para bastırdıysa da buradaki egemenliği uzun süre olmadı.
Selefkosların zamanla zayıflamasının ardından MÖ Maraş ve çevresine Balkanlardan gelen Galatlar saldırdı. Galat İstilasına, doğudan gelen Ermeni istilası da eklenince Selefkos Krallığı daha fazla dayanamadı ve yıkıldı. Kısa bir süre Ermeni Krallığı’nın himayesine giren Maraş ve çevresine MÖ 64 yılında Büyük Roma İmparatorluğu hakim oldu.
Büyük Roma İmparatorluğu Dönemi
Selefkos Krallığı’nın merkezi Antakya MÖ 64 yılında Büyük Roma İmparatorluğu’nun eline geçti. Bu olayın ardından Maraş ve çevresi de Roma İmparatorluğu’na dâhil oldu. İmparator Caligula (Gaisu Casear Germanicus) döneminde ele geçirilmiş olan Maraş için, hem imparatorun onuruna hem de zaferini simgelemesi olması düşüncesiyle Germanikeia adı kullanılmaya başlandı.
Büyük Roma İmparatorluğu’nun Mısır seferi sonrasında (MÖ46) tam manasıyla bir Roma kentine dönüşen Maraş ve çevresinin idaresi General MarkiosAntuvan idaresine verildi. Fakat bir müddet sonra onun ölümü cereyan edince bölge İmparator Oktavianus uhdesine geçti.
Büyük Roma İmparatorluğu döneminde Maraş ve çevresine çok önem verildi. Efsus, Göksun ve Elbistan bölgesinde önemli eseler inşa edildi. Yollar, köprüler, hamamlar, tüccarlar için konaklayabilecekleri hanlar inşa ettiler. Dar geçitlerde güvenliği sağlamak için yapıla kaleler imar edildikten sonra bazı bölgelere yenileri yapıldı.
Hıristiyanlığın Kudüs’te doğuşu ve ardından yayılmaya başlaması üzerine Afşin önemli bir merkez haline geldi. Çünkü Hristiyanlığın Anadolu’da destek bulup yayılmaya başladığı en önemli merkezlerden biri haline gelen Afşin’de Eshab-ı Kehf olayı cereyan etti. Müslümanlar arasında Eshab-ı Kehf veya Yedi Uyurlar olarak bilinen ve Kur’an-ı Kerim’de yer alan Kehf suresinde anlatılan olayın yaşandığı Afşin bölgesi, imparatorlar çıkaran bir yer olması hasebiyle de ayrıca önemli bir konuma ulaşmıştır. Afşin dışında Göksun, Pazarcık, Andırın ve Geben bölgesinde Romalar döneminde önemli imar faaliyetleri yapılmıştır.
Büyük Roma İmparatorluğu ve Sasaniler arasında süregelen savaşlarda Maraş ve çevresi büyük tahribata uğramasına rağmen Göksun, Afşin, Andırın ve Pazarcık bölgelerinde Büyük Roma dönemine ait tarihi eserlere rastlanılmaktadır. Maraş merkezindeki Namık Kemal semtinde bulunan Germenica Antik Kenti, Büyük Roma İmparatorluğu döneminden günümüze kalan en önemli eserlerin başında gelmektedir.
Bizans Dönemi ve Arap Akınları
Türklerin başlattığı büyük Kavimler Göçü’nün getirdiği büyük buhrana dayanamayan Büyük Roma İmparatorluğu 395’te önce Doğu Roma ve Batı Roma olmak üzere ikiye ayrıldı. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu yıkılmasına rağmen Kavimler Göçü’nden kısmen daha az etkilenen Doğu Roma İmparatorluğu ayakta kaldı. Mısır, Suriye, Anadolu ve Balkanlarda toprakları olan Doğu Roma İmparatorluğu ki aynı zamanda Bizans İmparatorluğu olarak da adlandırılmaktadır, 1453’e kadar varlığını sürdürdü.
Bizans İmparatorluğu döneminde Maraş ve çevresi önemini korudu. Özellikle imparatorluğu Kuzeybatı-Güneydoğu yönünde uzanan topraklarının merkezi sayılabilecek bir konumda olması, askeri ve ticari faaliyetlerde Maraş’ın önemini daha da arttırdı. Germenika adı verilen bölge Bizans İmparatoru I. Justinianus ile SasaniKisrasıI.Anurşirvan arasında mücadele alanı oldu.
Bizans İmparatorluğu tahtına II. Tiberius’un ölümünden sonra Afşin doğumlu Mauricius’un geçmesi Afşin, Elbistan ve Maraş bölgesi için büyük bir şans oldu. İmparator Mauricius’un saltanatı süresince Afşin ve Elbistan bölgesine ciddi yatırımlar yapıldı. Doğduğu şehri imarıyla ilgilenen imparator, 587 yılında büyük bir depremle yerle bir olan Efsus şehrini yeniden ve daha ihtişamlı bir şekilde kurdu. Fakat bu da uzun süreli olmadı.
İmparator Justinianus’un bin kişilik mahiyetiyle Elbistan içmelerine gelip istirahate çekilmesi, İstanbul patrikliğine kadar yükselen ve adına Nasturilik mezhebinin kurulduğu Nestorios’un Maraşlı olması gibi durumlar Bizans döneminde Maraş ve çevresinin sık sık gündeme geldiğini göstermektedir. Bunun yanında II.Hüsrev Perviz’in Maraş ve çevresini işgal edip Sasani topraklarına dahil etmesi üzün süreli bir netice vermemiş, 6 yıl kadar ( 605-611) süren Sasani hakimiyetine yeniden son verilmiştir.
Hz. Ömer döneminde İslam Devleti’nin sınırları Sasani ve Bizans topraklarına dayanmıştır. İran, Suriye ve Mısır üzerine seferler yapan İslam orduları kısa sürede birçok bölgeyi ele geçirmiştir. Bizans’ın Suriye topraklarından çekilmeye başlaması üzerine kısa sürede İslam orduları Maraş önlerine gelmiştir. Halid Bin Velid komutasındaki İslam orduları Maraş ve çevresini fethederek bölgede İslam hâkimiyetini kursalar da bu uzun süreli olmamıştır. 637 tarihinde Hz. Ömer’in Halifeliği döneminde ele geçirilen Maraş, tarihi süreçte birkaç kez Araplar ve Bizanslılar arasında el değiştirmiştir. 7 asrın ilk çeyreğinden sonra başlayıp 9. asrın ortalarına kadar Müslümanların idaresinde kalan Maraş ve çevresi Hamdanoğulları Devleti’nin zayıf düşüp tarih sahnesinden çekilmesinin ardından tekrar Bizans egemenliğine girmiştir.
Maraşlı olan Bizans İmparatoru III. Leon, doğduğu şehri Müslümanlardan almak için mücadele etse de istediğini gerçekleştirememiştir. III. Leon’un Maraş doğumlu olması tarihçiler tarafından Maraş’ın Krallar şehri olarak anılmasına sebep olsa da bir müddet daha Maraş ve çevresi Müslümanların elinde kalmıştır. Hamdanoğullarının zayıflaması üzerine ise III. Leon’dan yaklaşık iki asır sonra 962 yılında Maraş ve çevresi yeniden Bizans hakimiyetine girmiştir. Bu dönemde Anadolu’ya giren Türklerin önünden kaçan Ermeniler, Bizans tarafından Maraş ve çevresine iskan edilmiştir.
Bizans döneminin en başından bölgenin Türkler tarafından fethine kadar önemini koruyan şehir, Bizans İmparatorları tarafından önemsenmiş, önemli mimari eserler yapılmıştır. Maraş merkez başta olmak üzere Elbistan, Afşin, Göksun, Pazarcık ve Andırın bölgelerinde Bizans dönemine ait önemli tarihi eseler bulunmuştur. Yine Bizans döneminde Afşin’deki Eshab-ı Kehf Mağarası kutsal kabul edilip üzerine bir kilise inşa edilmiştir.
Maraş Türkler Tarafından Fethi ve Moğol İstilası Dönemi
Sultan Alparslan’ın emriyle, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın yanında Anadolu’nun fethine yönelen Afşin Bey ile Emir Buldacı 1085 tarihinde Maraş ve çevresini fethettiler. Bir müddet sonra şehrin büyük bir bölümü tekrar Bizans’a bağlı hareket eden Ermenilerin eline geçti. Çok geçmeden Türkleri Anadolu’dan atmak, Kudüs’ün Müslümanlardan geri almak amacıyla I.Haçlı Seferi başladı. Bu sefer sırasında Godefroi de Bouillon kumandasındaki Haçlı birlikleri Maraş’ı ele geçirdi. Bizanslılar, Haçlılar ve Ermeniler arasında mücadele alanı olan Maraş ve çevresini Sultan I.Kılıçarslan fethetmek için mücadele etmesine rağmen istediğini gerçekleştiremedi. Sultan I.Mesud ise Haçlılardan aldığı Elbistan’ı oğlu II. Kılıçarslan’ın idaresine bıraktı. Daha sonraki dönemlerde Bizans, Haçlı Kontluğu, Anadolu Selçuklu, Zengiler, Danişmentliler ve Ermeniler arasında sürekli olarak mücadele alanı haline gelen Maraş ve çevresi sık sık el değiştirdi. Bu siyasi ve askeri karışıklıkta ise böğle büyük bir tahribata uğradı.
Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’ın saltanatı döneminde Türklerin idaresine geçen Maraş, onun ölümünün ardından tekrar Kilikya Ermenilerinin hedefi haline geldi. Bu gelişmeler üzerine Sultan I.Gıyaseddin Keyhüsrev yeniden Kilikya Ermeniler üzerine yürüyüp onları sindirdikten sonra Maraş ve çevresini Anadolu Selçuklu topraklarına kattı. Şehrin idaresini ise daha önce kısa süreliğine de olsa emirlik vazifesini yürütmüş olan Hüsâmeddin Hasan’a verdi. Hüsâmeddin Hasan ve soyundan gelen emirler, şehri yeniden imar ettiler. Halkın refah seviyesi yükseldi. Anadolu Selçuklu sultanları, Kilikya Ermenileri üzerine yapacakları seferlerde Maraş’ı merkez olarak kullandılar.
Mogol İstilası’nın başlaması Maraş ve çevresi için yeni bir dönemin başlaması anlamına geliyordu. Mogol saldırıları sonrasında batıya doğru ilerleyen Türkmen aşiretleri, Maraş ve çevresinin ikliminin ve coğrafyasının kendilerinin ihtiyaç duydukları yaylaklar ve kışlaklar açısından uygun olması nedeniyle bölgeye yerleşmeye başladılar. Anadolu Selçuklu Devleti’nin idarecileri ise gelen bu Türkmenlerin bölgedeki Ermenilere karşı güç oluşturacaklarını düşünerek Maraş ve çevresine yerleşmelerine müsaade ettiler. Kısa süre içerisinde Maraş ve çevresi tamamen bir Türkmen diyarına dönüştü. Ağaçeri, Çagırganlu, Ceritlü, Tecürlü, Beydilli ve Afşar boylarının yerleşim yeri haline gelen Maraş ve çevresinden Babai İsyanına büyük katılım oldu (1240). Maraş Türkmenlerinin dâhil olduğu isyanın güçlükle bastırılması Anadolu Selçuklu Devleti için sonun başlangıcı oldu. Babai İsyanından kısa bir süre sonra Anadolu’ya giren Moğollar, 1243 tarihinde Kösedağ Savaşında Anadolu Selçuklu Devleti’ni bozguna uğrattılar. Bu savaşın ardından Moğollar Konya’yı ele geçirip Anadolu’nun tamamına hâkim oldular.
Moğol İstilasının meydana getirdiği büyük kaostan yararlanan Ağaçeri Türkmenleri Maraş ve çevresinde yağma faaliyetlerini arttırınca şehrin Türk emiri İmâmüddin Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus ve Memlük Sultanı el-Melikü’s Salih’ten yardım istediyse de beklediği yardımı göremedi. Çok geçmeden bölgeye gelen Ermeniler, çok büyük bir direniş ile karşılaşmadan şehri ele geçirdiler. Uzun bir aradan sonra Ermeniler yeniden şehre hâkim oldular.
Memlük Sultanı Baybars’ın Afşin yakınlarındaki Arıtaş Ovasında 1277 tarihinde Moğolları bozguna uğratması tarihin seyrini değiştirmeye başladı. Sultan Baybars, Anadolu seferi dönüşünde Maraş’ın anlaşma yoluyla kendisine bırakılmasını istediyse de yüklü miktarda bir para talep edildiğini görünce vazgeçti. Memlükler ile Ermeniler arasında yapılan antlaşmayla Ceyhan nehri sınır kabul edildi (1293). Böylece Memlükler bölgeden çekildi.
Maraş ve çevresindeki Anadolu Selçuklu ve Memlükler dönemine ait eserlerin büyük bir bölümü günümüze ulaşmamıştır. Özellikle Anadolu Selçuklu döneminde yapılan camiler, köprüler, kaleler zaman içerisinde yıkılmıştır. Anadolu Selçuklular da Yedi Uyurların Afşin’de olduğuna inanmışlardır. Bundan dolayı Bizans döneminde Afşin’de Eshab-ı Kehf Mağarası üzerine inşa edilen kilisenin kalıntıları kullanılarak mağaranın etrafına büyük bir külliye inşa ettiler. Kilisenin yerine mescit yapıldı. Ayrıca hankâh, medrese, imarethane ve ribat inşa edilerek bölgenin bir merkeze dönüştürülmesine özen gösterildi. Maraş’ta yapılan camilerin birçoğunda Mısır’da hüküm süren Memlük mimarisi örnek alındı. Köşk minare uygulamasıyla yapılan cami minarelerine ilk olarak bu dönemde rastlansa da Ermenilerin bölgeye hakim olmasıyla bu camilerin tamamı yıkıldığı için günümüze ulaşan olmadı. Elbistan’da Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in emriyle bölgenin valisi Mübarezeddin Çavlı tarafından yapılan Ulucami ise Şah İsmail’in 1507’deki saldırısında yıkıldı. Ticarete önem veren Anadolu Selçuklu sultanları Anadolu’nun bir çok bölgesine yaptırdıkları han ve kervansaray ile yollarının güvenliği için inşa ettirdikleri kalelerden Maraş, Göksun, Afşin ve Elbistan bölgesinden geçen ticaret yollu üzerine de inşa ettirdiler. Kuru Han, Zilli Han, Çoğulhan, Nurhak Hanı, Hurman Kalesi, Sevdili Han bölgeden geçen kervan yolları üzerine inşa edilmiştir. Bunların dışında Elbistan ve Maraş içinde de önemli eserler inşa ettiler. Elbistan Selçuk Hamamı, Elbistan Darü’ş Şifası ile Maraş Silahhanesi Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilmiş önemli eserlerden bazılarıdır.
Dulkadiroğulları Devleti Dönemi
Ermeniler tarafından bir asır kadar idare edilen Maraş ve çevresi, Zeyneddin Karaca Bey etrafında toplanan Dulkadırlı Türkmenleri tarafından yeniden fethedildi (1337).Dulkadir’inoğlu Zeyneddin Karaca Bey’in etrafından toplanan Türkmenler, Elbistan, Maraş ve Birecik hattına yerleşmiş Oğuzların Bozok koluna mensuplardı. Öbür taraftan Besni, Nizip, Antep, Yavuzeli ve Rumkale bölgesinde yaşayan Türkmen boyları Memlüklere bağlı olarak varlıklarını sürdürürlerken Zeyneddin Karaca Bey’in Elbistan merkezli olarak beyliğini kurmasıyla birlikte onun himayesine girdiler. Ancak çok geçmeden Mısır’dan gelen Memlük ordusu, Zeyneddin Karaca Bey’i yenilgiye uğratıp esir etti. Mısır’a götürülen Karaca Bey orada idam edilince oğlu Halil Bey, çevre beyliklerden yardım istedi. Ramazanoğulları Beyliğinden ve Kadı Burhaneddin Devleti’nden aldığı yardım sayesinde Memlükleri yenilgiye uğratan Halil Bey, Elbistan ve Maraş’a hakim oldu.
Halil Bey, Dulkadiroğlu Beyliği’nin başına geçtikten sonra sınırlarını genişletmek için harekete geçti. Harput’u topraklarına katıp Malatya’yı tehdit eder hale gelince Memlükler ile arası açıldı. Memlüklerin Halep Valisi olan Yelboğa Nasırî ile olan mücadelesinde başarılı olamadı. Hatta yapılan savaşta beyliğin merkezi olan Elbistan, Memlüklerin eline geçti (1384). Halil Bey, kaybettiği toprakları geri almak için Türkmenlerden yeni bir ordu kurup Memlüklerin üzerine yürüse de başarılı olmadı. Halil Bey’in uyguladığı siyasetten memnun olmayan kardeşi Selvi (Suli) Bey, önce ağabeyine karşı ayaklandı, onu beylikten edemeyeceğini anlayınca Memlük Sultanı Berkuk’a sığındı. Sevlibey’i diğer kardeşleri de takip etti. Sultan Berkuk, Halil Bey’in Memlük egemenliğini tanımasını istedi. Fakat teklifi kabul edilmedi. Bunun üzerine Sultan Berkuk, bir suikastla Halil Bey’i ortadan kaldırması için Yağmuroğlu Serimüddin İbrahim’i görevlendirdi. Çok geçmeden Halil Bey, aynı babası Karaca Bey gibi suikasta kurban gitti.
Memlükler tarafından Antep-Maraş arasındaki bir dağda öldürülen Halil Bey’in yerine Dulkadiroğlu Beyliğinin başına Sevli (Suli) Bey geçti. Memlükler, geleneksel politikaları gereği bu kez de Sevli Bey’i egemenlikleri altında tutmak için harekete geçtiler. Önce Sevli Bey’in Kahire sarayında tutulan kardeşleri İbrahim ve Osman beylik iddiaları gütmeleri şartıyla serbest bırakıldılar. Daha sonra Suriye emirleri ordularıyla birlikte Dulkadiroğlu toprakları üzerine yürüdüler. İki taraf arasındaki çatışmalar Sevli Bey’in beyliği süresince dönem dönem kesintiye uğrasa da devam etti. En nihayetinde Sultan Berkuk’un satın aldığı bir kişi ki bu Selvi Bey’in oğlu Sadaka’nın yakın adamlarından Alihan adında biriydi, bir gece Sevli Bey’i yayladaki çadırında katletti.
Sevli Bey, devrin güçlü devletleri ile iyi ilişkiler güderek beyliğini muhafaza etmeye çalıştı. Memlüklere karşı siyasi destek bulmak amacıyla kızlarından birini Kadı Burhaneddin Ahmet Bey’e diğerini ise Osmanlı Devleti’nde Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Mehmet ile evlendirmişti. Bu evlilikten ise Sultan II.Murat dünyaya geldi.
Sevli Bey’den sonra yerine gelen oğlu Sadaka Bey dönemi oldukça kısa bir dönem oldu. Yıldırım Bayezid’in tesiriyle beyliğini amcasının oğlu Nasıreddin Mehmet Bey’e bırakmak zorunda kaldı. Nasıreddin Mehmet Bey babası Halil Bey gibi cihangir biriydi. Bey olduktan hemen sonra ülkesinin topraklarını genişletmek için harekete geçti. Yıldırım Bayezid ile ortak hareket edip Timur’a karşı düşmanca bir tavır takındı. Dulkadiroğulları beyliğini tam 43 yıl uhdesinde bulunduran Nasıreddin Mehmet Bey’e, beyliğini muhafaza edebilmek için Memlük, Osmanlı, Timurlular, Akkoyunlular ve Karakoyunlular devletleri arasında sürekli olarak denge politikaları güttü. Osmanlı ile akrabalık kuruldu. Fetret devrinde Çelebi Mehmet’e destek verildi. Beyliği döneminde Maraş ve Elbistan’ı imar ettiren, Kayseri’de günümüzde varlığını sürdürmekte olan Hatûniye Medresesinin banisi olan Nasıreddin Mehmet Bey’in öldüğünde yaşı sekseni geçmişti.
Dulkadiroğlu Süleyman Bey, babası Nasıreddin Mehmet Bey’in vefatının ardından Elbistan’a gelip devletin başına geçti. Babası gibi Osmanlılar ile iyi ilişkiler kurdu. Kızı Sitti Mükrime Hatun’un Sultan II.Murat’ın oğlu Şehzade Mehmed’e (Fatih) verdi. Osmanlılardan aldığı destek ile Karamanoğullarını yenilgiye uğratıp Kayseri’nin tamamını ele geçirdi. Kızlarından birini de Memlük Sultanı Çakmak’a eş olarak veren Süleyman Bey, Akkoyunlular ve Karamanoğullarına karşı iki büyük devletle akrabalık ilişkisi kurarak destek aldı. Devletini güvene aldıktan sonra imar faaliyetlerine yönelen Süleyman Bey, Maraş’taki Ulucami’yi yaptırdı. On iki yıl kadar süren beyliği 1454’te Kayseri Pınarbaşı yakınlarında vefatıyla sona erdi.
Süleyman Bey’den sonra Dulkadiroğulları beyi sırasıyla Melik Arslan, Şahbudak ve Şehsuvar oldu. Osmanlı Devleti, Memlükler ve Akkoyunlular arasına sıkışmış durumda olan Dulkadiroğulları Beyliği’nin beyleri, güçlü devletlerarasında denge politikaları güderek devletlerini yaşatmaya çalıştılar. Şehsuvar’ın Memlüklere esir düşmesinden dolayı ikinci kez bey olan Şahbudak, Memlükler ve Osmanlı arasındaki güç savaşında duruma göre hareket etti. Şahbudak Bey’in Memlüklere yakınlaşmasına karşılık kardeşi Alaüddevle Bozkurt Bey kızlarından Gülbahar Hatun’un Fatih Sultan Mehmet’in Amasya Sancak Beyi olan oğlu Şehzade Bayezid’e vererek Osmanlı ile akrabalık ilişkilerini güçlendirdi. Bu evlilikten Yavuz Sultan Selim dünyaya geldi.
Memlük Sultanı Kayıtbay, Alaüddevle Bozkurt Bey’in Osmanlı ile kurduğu yakın ilişkiden rahatsızlık duyup Şahbudak Bey ile iyi ilişkiler kurdu. Bu sırada Şehsuvar Bey döneminde aldığı toprakları bırakması beklenen Memlüklerin, bu beklentiyi yerine getirmemesi üzerine Alaüddevle Bozkurt Bey beylik iddiasında bulunmaya başladı. Memlük Sultanı Kayıtbay, bu durum karşından Şahbudak Bey’e destek oldu. Kardeşini yenilgiye uğratan Şahbudak Bey, Elbistan’ı ele geçirip yeniden ikinci kez beliği ele geçirirken Alaüddevle Bozkurt Bey Osmanlı’ya sığınmak zorunda kaldı. İşte bu sırada Fatih Sultan Mehmet, yeni bir orduyla Alaüddevle Bozkurt Bey’e destek oldu. Şahbudak Bey ile kardeşi Alaüddevle Bozkurt Bey arasındaki mücadelede Osmanlıların desteğini alan Alaüddevle Bozkurt Bey ağabeyini yenilgiye uğratıp Dulkadiroğulları beyi oldu. Fatih Sultan Mehmet’in desteğini alan kardeşine karşı başarısız olan Şahbudakise Mısır’a kaçtı. Fakat Alaüddevle Bozkurt Bey hemen harekete geçerek Memlükler ile iyi ilişkiler kurup Şahbudak Bey’i hapse attırdı.
Alaüddevle Bozkurt Bey’in Mısır’a yaklaşması Osmanlıda huzursuzluk oluşturdu. Fakat Fatih sultan Mehmet ölmüş yerine geçen II. Bayezid de kardeşi Cem Sultan meselesiyle meşgul olmaya başlamıştı. Bu sırada Alaüddevle, Sultan II.Bayezid’e yakınlık göstererek oluşan huzursuzluğu sonlandırmayı bildi.
Alaüddevle Bozkurt Bey, otuz beş yıl boyunca Dulkadiroğulları beyliğinin başında bulundu. Bu süre zarfında ülkesinin topraklarını korumak için hem Memlükler ile hem de Osmanlılarla ikili ilişkiler kurup bu iki büyük devletin çıkar çatışmalarından istifade etmeyi başardı. Safevi dönemi tarihçilerinden Hasan Rumlu’nun Ahsenü’t Tevarih adlı eserinde Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey’e atfedilen “İki tavuğum var, biri altın diğeri gümüş yumurtlar” ifadesi onun Osmanlı ve Memlük ile ilgili ilişkileri için söylediği belirtilmektedir.
Dulkadiroğulları Beyliği Alaüddevle Bozkurt Bey döneminde en güçlü dönemini yaşamıştır. Bu dönemde devletin sınırları batıda Kırşehir’den doğuda Fırat Nehri’ne kadar uzamıştır. Diyarbakır ve Urfa bölgelerine hakim olmak isteyen Alaüddevle Bozkurt Bey, burada verdiği mücadelelerde oğullarının ve torunlarının bazılarını kaybetmesine rağmen mücadelesinden vazgeçmemişti. Akkoyunluların zayıflamasının ardından Kuzey Irak ve İran topraklarında yeni bir Türk devleti kuruldu. Şah İsmail liderliğindeki Safeviler kısa sürede Akkoyunlular ve Dulkadiroğulları aleyhine büyümeye başladı. Bunun üzerine iki devlet arasında yapılan dostluk ahitnamesine karşı Şah İsmail harekete geçti. Dulkadiroğulları üzerine sefere çıkan Şah İsmail, 1507 yılında Elbistan’ı ele geçirdi. Halkını kılıçtan geçirip tüm şehri yaktı. Camileri ve mezarları dahi tahrip etti. Şah İsmail’e karşı başarılı olamayacağını bilen Alaüddevle Bozkurt Bey, Turnadağı’na çekildi. Bu sırada adamlar göndererek Şah İsmail’e karşı hem Memlüklerden hem de Osmanlılardan yardım istedi ama her iki devlet de bu talebe sıcak bakmadılar.
Alaüddevle Bozkurt Bey’in uzun zamandır uyguladığı denge politikasından komşuları artık pek memnun değillerdi. Osmanlılar ve Memlükler Alaüddevle Bozkurt Bey’i Şah İsmail’e karşı yalnız bırakmakla kalmadılar, artık topraklarına da göz diktiler.
Sultan II.Bayezid’in yerine Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı tahtına çıkması Osmanlı Devleti’nin doğu siyasetinde büyük bir değişikliğe neden oldu. Yavuz Sultan Selim, Safevilerin Anadolu’da her geçen gün güçlenmesinden rahatsızdı. Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren iyice bozulan Osmanlı Memlük ilişkilerinin de nihayete erdirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Yavuz Sultan Selim, dedesi Alaüddevle Bozkurt Bey’in yakın zamandaki tavrını da unutmamıştı. Yavuz Sultan Selim, bir oldubitti ile babasını tahttan indirip padişah olunca ağabeyi Şehzade Ahmet bu durumu kabul etmemişti. Yavuz Sultan Selim ile Şehzade Ahmet arasında Bursa Yenişehir’de yapılan savaşta Alaüddevle Bozkurt Bey torunun safında olmak yerine Şehzade Ahmet’in safında yer tutmuştu.
Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki hakarete varan mektuplaşmaların neticesinde Osmanlı Devleti, Safeviler üzerine sefere çıkma kararı aldı. Yavuz Sultan Selim, doğuya sefere çıkmadan önce elçiler göndererek dedesi Alaüddevle Bozkurt Bey’in kendi yanında yer almasını istedi. Alaüddevle Bozkurt Bey ise hem 1507’deki yardım talebinin geri çevrilmiş olmasını hem de tahtı için tehlikeli gördüğü yeğeni Şehsuvar Bey’in oğlu Ali Bey’in Osmanlılar tarafından himaye edilmesini bahane göstererek yardım teklifini kabul etmedi. Bununla da kalmayarak Kayseri üzerinden Sivas’a doğru hareket eden Osmanlı ordusunun iaşesini taşıyan birliklerine karşı saldırılar düzenlenmesine müsaade etti.
Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Çaldıran Ovası’nda Şah İsmail’i yenilgiye uğratıp ordusunu dağıttıktan sonra kışı Tokat’ta geçirdi. Dedesi Alaüddevle Bozkurt Bey’in yaptıklarını unutmamıştı. İlk olarak Şehsuvaroğlu Ali Bey’i Kayseri’ye sancak beyi olarak tayin etti. Ardından Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa’yı Dulkadiroğulları üzerine yapılacak sefer için hazırlık yapmakla görevlendirdi.
Alaüddevle Bozkurt Bey, Osmanlı Devleti ile yapacağı savaş öncesinde Memlüklerden yardım talep ettiyse de istediği desteği göremedi. Osmanlı ordusu ile Dulkadiroğulları ordusu Afşin ile Göksun arasındaki Ördekli Ovası’nda karşı karşıya geldiler. Osmanlı tarafında Şehsuvaroğlu Ali Bey’in olduğunu gören birçok Türkmen beyi saf değiştirerek Osmanlı tarafına geçtiler. 13 Haziran 1515’te yapılan Turnadağı Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazandı. Ordusunun dağıldığını gören Alaüddevle Bozkurt Bey, Turnadağı’nın sarp ve kayalık bölgelerine çekildi. Osmanlı ordusu bölgeyi kuşattı ve çok geçmeden Alaüddevle Bozkurt ve oğulları ele geçirilip öldürüldü. Alaüddevle Bozkurt Bey’den sonra Dulkadiroğulları Beyliği kısa bir süre daha varlığını sürdürdü.
Şehsuvaroğlu Ali Bey, Yavuz Sultan Selim’e bağlı kalarak beyliğin idaresini ele aldı. Kısa bir süre sonra Yavuz Sultan Selim öldü ve yerine Kanuni Sultan Süleyman Osmanlı tahtına çıktı. Şehsuvaroğlu Ali Bey’in varlığından rahatsızlık duyan devşirme paşalar, Ali Bey’in Osmanlı’ya karşı isyan edeceğini dile getirerek hakkında idam hükmünü almayı başardılar. 1522 yılında düğüne gerekçesiyle Tokat Artova’ya çağrılan Şehsuvaroğlu Ali Bey ve oğulları Devşirme Ferhat Paşa’nın hilesiyle ziyafet sofrasında derdest edilip daha sonra da katledildi. Çaldıran Zaferi ve Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferlerindeki büyük yararlılıklarıyla Türkmen aşiretleri içerisinde eşsiz bir üne kavuşan, Canber Gazali ve Bozoklu Celal isyanları bastıran Şehsuvaroğlu Ali Bey’in hain bir pusuyla öldürülmesi, Anadolu’da Osmanlı Devletine olan güveni sarstı. Türkmenler arasında Yiğit Basan Osmanlı tabiri kullanılır oldu. Kısa bir süre sonra sancak merkezi haline gelen ve Osmanlı’nın merkezden gönderdiği valiler tarafından idare edilmeye başlanan Maraş ve çevresi artık Osmanlı toprağı haline geldi.
Dulkadiroğulları döneminde Maraş ve çevresi mamur hale getirildi. Özellikle Alaüddevle Bozkurt Bey döneminde Elbistan, Maraş, Kayseri, Antep ve Harput bölgelerinde çok ciddi imar faaliyetleri yapıldı. Sadece Alaüddevle Bozkurt Bey’in döneminde otuzdan fazla cami yapıldı. Çok sayıda medrese inşa edildi. İmarethaneler, hanlar, hamamlar yapıldı ve halkın hizmetine sunuldu. Elbistan ve Maraş Ulucamileri asıllarına uygun yeniden tamir edildiği gibi kurulan vakıflar aracılığıyla da ihtiyaçlarının karşılanması hedeflendi. Başta Afşin’deki Eshab-ı Kehf olmak üzere birçok dini mekan, türbeler ve zaviyeler tamir ettirildi, muhafazasını sağlandı. Tahsis edilen vakıf gelirleriyle ihya edildi. Bunun yanında hayır hasenat yapmakla meşhur olan ve Türk tarihinde en fazla vakıf kuran kişilerden biri olan Alaüddevle Bozkurt Bey’in kurduğu vakıflar aracılığıyla Kudüs’teki, Şam’daki ve Halep’teki birçok cami, türbe, medrese, zaviye ve imarethanegibi yapılara akar sağlandığı gibi uzun yıllar tamirleri bu vakıflar aracılığıylayaptırıldı.
Osmanlı Döneminde Maraş ve Çevresi
Dulkadiroğulları Beyliği Osmanlı Devleti’ne bağlandığında sınırları içerisinde Kayseri, Kırşehir, Yozgat, Ankara, Darende, Harput, Adıyaman, Antep, Halfeti, Antakya, Kozan, Kadirli ve Yumurtalık gibi geniş bir coğrafyaya hakimdi. Şehsuvaroğlu Ali Bey’in öldürülmesinin ardından Dulkadiroğulları toprakları Osmanlı Devleti tarafından Bozok ve Maraş sancağı olarak ikiye ayrıldı. Osmanlı Devleti, Maraş Sancağı’na1523 yılında Koçib Halil Bey’i yönetici olarak atadı. Maraş ve Elbistan bölgesinin idaresini üstlenen Koçi b. Halil Bey, Türkmenlerin Osmanlı’ya tabi olmaları için gayret gösterdi. Maraş ve Elbistan’daki Dulkadiroğulları nüfuzu kırmak isteyen merkezi otorite, bu bölgeyi önce Sivas’a, Rum Beylerbeyliğine kısa bir süre sonrada Karaman Beylerbeyliğine yani Konya’ya, bağladı. Çok geçmeden bundan da vazgeçilip Vilayet-i Zulkadiriye bir başka ifadeyle Dulkadir beylerbeyliği adıyla beylerbeyliği haline getirilen Maraş ve çevresi bazı dönemlerde idari değişiklikler olmakla birlikte 17. Yüzyıldan 19. Yüzyılın ortalarına kadar eyalet merkezi olmaya devam etti.
Osmanlı Devleti’ni uzun yıllar uğraştıran ve toprak ve ordu sisteminin bozulmasına neden olan Celali İsyanları hemen her dönemde Maraş ve çevresindeki Türkmen aşiretlerinden destek gördü. Bununla birlikte tarım, hayvancılık, ticaret ve madencilik alanlarındaki üretkenliğiyle Maraş ve çevresinin Osmanlı maliyesine olan katkısı hayli fazla oldu. Özellikle canlı hayvan ticareti, dericilik, dokumacılık, demircilik, oymacılık ve tarım alanındaki çeltik üretimiyle ülke ekonomisine katkı sağlandı. Osmanlı döneminde yerli Dulkadiroğulları ile Doğu Beyazıt tarafından getirilip iskan edilen Beyazıtlılar arasında çatışmalar yaşandı. İki büyük ailenin arasındaki mücadele bir süre sonra merkezden gönderilen yöneticiler vasıtasıyla sona erdirildi.
Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne isyan etmesiyle başlayan buhranlı dönemde oğlu İbrahim Paşa emrindeki ordusuyla birlikte Suriye, Adana ve Konya’yı ele geçirip Kütahya’ya kadar ilerledi. Kış mevsiminin bastırması ve Avrupalı büyük devletlerin araya girmesiyle daha fazla ilerlemeyen İbrahim Paşa mahiyetiyle birlikte Maraş’a çekildi. 1839 tarihinde Maraş’a gelen İbrahim Paşa’ya karşı Maraş halkı karşı koymamıştır. Sanki asırlar öncesinde beyleri Şehsuvaroğlu Ali Bey’e yapılan haksızlığı dile getirmek istemilerdir. İbrahim Paşa ve mahiyeti Maraş’ta 18 ay kaldılar. Mısır Meselesi’nin hallinden sonra bölge tekrar Osmanlı hâkimiyetine girdi. Sultan Abdülmecid döneminde ise Maraş Eyaleti lağvedilerek Adana eyaletiyle birleştirildi. Adana ve Maraş tek bir vali tarafından idare edilirken Maraş’a mutasarrıf olarak Köse Mehmet Paşa görevlendirildi 1948)
Maraş Sancağı, 1854 yılında yapılan yeni bir düzenleme ile Adana’dan ayrılıp müstakil bir mutasarrıflığa dönüştürüldü. Bu sırada patlak veren Kırım Savaşı ve akabinde ilan edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı Devleti yeni bir sürece girdi. Islahat Fermanı ile gayrimüslimler yeni haklar elde etti. Bu sırada ABD merkezli misyoner grupları 1832’den itibaren Adana, Maraş, Antep, Urfa ve Halep bölgelerinde etkili olmaya başlamışlardı. Özellikle İngiltere ve Fransa’nın Halep konsoloslarının desteğini alan misyonerler, bölgedeki Ermeniler üzerinde etkili olmaya başlamışlardı.
Ermenilerin misyonerlerin tesiriyle şımarık hareket eder hale gelmeleri ve İngiliz konsolosluğunun da azınlıkları desteklemeleri Maraş halkında hoşnutsuzluğa neden oldu. Islahat Fermanı’nın getirdiği yeniliklerin Müslüman ahalinin aleyhine olduğunu ileri süren gruplar Maraş’ta isyan ettiler. Bu isyan sonrasında İngiltere’nin konsolos vekili ve yakınları öldürüldü. Bu olayların büyümemesi için devlet önemler aldı. Bir süre daha müstakil bir sancak olarak kalan Maraş, 1866 yılında yeni bir idari düzenlemeyle Halep Eyaletine bağladı. 1867 yılında çıkarılan yeni vilayet nizamnamesiyle Maraş sancağına bağlı kazalar yeniden düzenlendi. 1915’e gelindiğinde ise Halep’ten ayrılan Maraş müstakil bir liva olarak tanzim edildi.
Maraş topraklarında yaşayan Türkmen aşiretlerinin 19 asrın ikinci yarısından sonra yerleşik düzene geçirilmesi için harekete geçildi. Osmanlı ordusunun ve maliye sisteminde yapılan yenilikler çerçevesinde Adana, Osmaniye, Antep ve Maraş bölgesindeki konargöçer Türkmen aşiretlerinin kayıt altına alınması gerekiyordu. Ahmet Cevdet Paşa ve Derviş Paşa’nın uyguladığı ve Fırka-i İslahiye adını verilen iskân politikasının uygulanması zaman almakla birlikte başarılı bir şekilde sonuçlandırıldı. Türkmen aşiretleri, Amik Ovası, Ceyhan, Osmaniye, Türkoğlu, Maraş merkez, Göksun, Sarız ve Pınarbaşı’na kadar uzanan bölgelerde yerleşik düzene geçirildi. Az sayıdaki konar-göçerler de vergi ve askerlik anlamında kayıt altına alındılar.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan gerileme ve dağılma süreçlerinde Maraş ve çevresindeki Ermeniler, Amerikalı ve Avrupalı misyonerler tarafından kullanılmaya başlandılar. Bu süreçte Gregoryen olan Ermeniler hızla Katolik yahut Protestan mezhebine geçmeye başladılar. Zaman içerisinde milliyetçilik düşüncesiyle hareket etmeye başlayan Ermeniler, Hınçak ve Taşnak örgütlerinin de tesiriyle Maraş ve çevresinde isyanlar çıkarmaya başladılar. 1832’ye kadar çıkan tüm Ermeni isyanların temelinde vergi, askerlik veya adi vakalar varken bu tarihten sonra başlayan isyanların özünü milliyetçilik fikri oluşturdu. Maraş ve çevresindeki Ermeniler, önce İngilizlerin 1878 Berlin Antlaşmasından sonra da tüm büyük devletlerin kendilerine destek olacağını düşünerek Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanca bir tutum sergilemeye başladılar.
Maraş merkez başta olmak üzere Zeytun, Fırnız, Yenicekale ve Fındıcak ile Göksun, Pazarcık ve Elbistan bölgesinde yaşayan Ermeniler çeşitli zamanlarda isyanlar çıkardılar. Bu isyanlar içerisinde en büyüğü 1895 tarihinde Zeytun’da 400’den fazla silahsız Türk askerinin ve binlerce Müslüman Türk köylüsünün katledildiği isyandır. 1895 Zeytun İsyanı’ndan sonra 1909 Adana İsyanı bölgeye büyük huzursuzluk vermiştir. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Maraş’taki Zeytun Ermenileri ile Adana’daki Ermeni grupları Türk ordusunun ikmal yolarını keserek, korumasız Türk köylerine saldırarak İtilaf Devletleri safında yer aldılar. 1915’de Tehcir Kanunu ile suça bulaşan Maraş’taki Ermeniler Halep ve Konya taraflarına göç ettirildiler. Fakat Osmanlı Devleti’nin savaştan yenik çıkması ve Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamasınınardından gidenler geri geldiği gibi yanlarında hiç Maraşlı olmayan Ermeniler de geldi. Hedeflerinde Maraş’ında içinde olduğu Kilikya Ermeni Devleti’ni kurmaktı.
Milli Mücadele Döneminde Maraş
I.Dünya Savaşı
Sanayi İnkılabı sonrasında başlayan sömürgecilik yarışı ile Fransız İhtilali sonrasında yayılan milliyetçilik, eşitlik, özgürlük gibi fikir akımları tüm dünyada etkisini gösterdi. Bu gelişmeler Avrupalı büyük devletlerarasında bloklaşmalara neden oldu. İngiltere, Fransa ve Rusya ve daha birçok irili ufaklı devletten oluşan İtilaf Grubu ile Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya’nın oluşturduğu İttifak Grubu arasındaki anlaşmazlıklar silahlanma yarışını hızlandırdı. Bu süreçte Osmanlı Devleti, ileride çıkması muhtemel bir dünya savaşında topraklarının hedef olması ihtimaline karşı ordusunu ve donanmasını takviye etmeye başladı. Bir taraftan da Avrupalı devletlerle ittifak arayışına girdi. Osmanlı Devlet adamları, denizlerde güçlü olan İngiltere’nin yanında yer almak istese de bu mümkün olmadı. Hem Reval Görüşmelerinde alınan kararlar hem de sonraki dönemlerde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı topraklarını taksim eden gizli antlaşmalardan dolayı İngiltere, Osmanlı devlet adamlarının ittifak isteklerini geri çevirdiler. Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını tavsiye ettiler. Bu süreçte paraları peşin olarak ödenmiş, isimleri dahi verilmiş olan (Reşadiye ve Sultan Osman) iki savaş gemisini İngiltere, Osmanlı Devleti’ne vermekten vazgeçti. Parayı da iade etmedi. Bu durum Osmanlı toplumunda ve devlet adamlarında İngiltere’ye karşı menfi bir etkiye dönüştü. İngiltere’nin safında yer alınamayacağını anlayan Osmanlı devlet adamları, Almanya ile ittifak arayışına girdiler. Özellikle İttihat ve Terakki’nin üç önemli adamı Talat, Enver ve Cemal paşalar ile Sadrazam Sait Halim Paşa, Almanya ile yapılacak bir ittifakın Osmanlı Devleti’nin menfaatine uygun olacağını düşünüyorlardı.
Almanya, ilk anda Osmanlı ile ittifak yapmaya pek istekli görünmese de Osmanlı’nın kalabalık askeri gücünden ve halifenin dini nüfuzundan yararlanmayı hedefledi. Silah, cephane, para ve subay desteği vermesi halinde Osmanlı ordusunun askeri gücünü kullanabileceğini düşünen Almanya, böylece savaşın Avrupa dışında daha geniş alanlara yayılmasını sağlayacak ve Avrupa’da sıkışmamış olacaktı. Diğer taraftan Osmanlı padişahı aynı zamanda halifeydi yani İslam dünyasının dini lideriydi. Cihad-ı Ekber ilan edildiğinde İngiltere, Fransa ve Rusya topraklarında ve sömürgelerinde yaşayan Müslümanların Osmanlı’nın safında hareket etmeleri halinde İtilaf devletleri zor durumda kalacaktı. Almanya, bu düşünceler çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin kendi yanında yer almasını kabul etti.
Avusturya Macaristan veliahttı ve eşinin Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından suikastla öldürülmeleri, 1914’ün Ağustos ayında I. Dünya Savaşı’nı başlatan ilk kıvılcım oldu. Avusturya Macaristan ve Sırbistan arasında başlayan savaşa kısa süre içerisinde diğer İtilaf ve İttifak devletleri de dahil oldular. Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada Osmanlı Devleti de Almanya ve müttefikleriyle İttifak antlaşmalarını yaptı. Çok geçmeden Almanya’nın Akdeniz’deki donanmasından iki gemi (Goben ve Breslav), Fransa’nın güney sahillerini bombaladıktan sonra İtilaf donanmasını peşine taktı. İki Alman savaş gemisi, İtilaf Donaması peşinde olduğu halde Çanakkale Boğazı’na ulaştı. Osmanlı Devleti, Almanya’nın bir nevi oldubittisiyle karşı karşıya kaldı. Savaş gemilerinin Marmara Denizi’ne girmesi ve İstanbul’a gelmesi, o vakte kadar tarafsız görünen Osmanlı Devleti’ni zor duruma düşürdü. İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’ne gemilerin karasularından çıkarılması için baskı yapmaya başladılar. Osmanlı Devleti, gemileri Almanya’dan satın aldığını ilan etti. Gemilerin adlarını Yavuz ve Midilli olarak değiştirilirken Alman askeri personeline de Türk askeri kıyafetleri giydirildi. 1914 yılının kasım ayının başında ise bu iki tatbikat yapma gerekçesiyle Karadeniz’e açıldı. Fakat bu iki gemi Rusya’nın güney sahillerindeki askeri depolarının bulunduğu limanlara saldırı düzenledi. Bu gelişme üzerine Rusya, Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti.
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan bu savaş doğal olarak İttifak ve İtilaf grubunu oluşturan devletlerin karşılıklı birbirlerine savaş ilanıyla devam etti. Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında İttifak devletlerinin bir üyesi olarak girdiği savaşta, kendi topraklarında farklı cephelerde düşman devletlerle savaştı. Diğer taraftan Romanya ve Galiçya cephelerinde de müttefiklerine yardım amacıyla bulundu.
Osmanlı Devleti, Çanakkale, Kafkas, Kanal sonra Suriye, Hicaz, Yemen ve Irak cephelerinde İngiltere, Fransa ve Rusya ile savaştı. 1915’te İttifak grubundan ayrılıp İtilaf grubuna geçen İtalya ile birlikte Sırbistan, Yunanistan gibi birçok devlet de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiler. Osmanlı Devleti, Çanakkale’de ve Kut’ûl Amare’de büyük başarılar kazansa da Suriye, Kanal, Kafkas, Hicaz ve Yemen cephelerinde çok büyük askerler kaybetti. Anadolu’da Ermeniler ve Rumlar, Arap coğrafyasında ise Şerif Hüseyin ve İbni Suud gibi Arap şeylerinin başını çektiği Arap milliyetçileri Osmanlı Devleti’ni hem dışarda İtilaf kuvvetleriyle hem de içeride onların işbirlikçileriyle savaşmaya mecbur bıraktı. Osmanlı ordusunun büyük bir bölümü cephelerde şehit oldu.
Türk askerinin Çanakkale’de yazdığı büyük destan müttefiklerinden yardım alamayan Rusya’yı savaşın dışına itmesine ve savaşın iki yıl daha uzamasına neden olsa da İttifak devletlerinin yenilmesini engelleyemedi. 1918 yılına gelindiğinde Almanya ve ardından Avusturya Macaristan yenilgiyi kabul ettiler. İtilaf Devletleri ile ateşkes antlaşmaları imzaladılar. Osmanlı Devleti de bir süre sonra yenilgiyi kabul edip İtilaf Devletleri ile ateşkes antlaşması imzaladı.
Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918)
Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasından Limni Adası’nın Mondros Limanında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, iki taraf arasındaki savaşı sona erdirdi. Mondros Ateşkes Antlaşması; içerdiği hükümler itibariyle bir ateşkesten daha fazlasıydı. İtilaf Devletleri tarafından İstanbul Hükumetine imza ettirilen antlaşmanın özellikle 7. ve 24. Maddeleri Osmanlı Devleti’nin siyasi egemenliğine gölge düşürür durumdaydı. Antlaşmanın 7. Maddesine göre, İtilaf Devletleri kendi güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir noktayı işgal edebilecekti. Yine antlaşmanın 24. Maddesine göre İtilaf Devletleri Anadolu’nun doğusundaki altı ilde (bu madde antlaşmanın İngilizce metninde altı Ermeni ili şeklinde yer almıştır) bir karışıklık çıkarsa işgal edeceklerdi. Bu iki madde Anadolu’da ve Osmanlı coğrafyasında yapılmak istenileni açıkça ortaya koyuyordu. İtilaf Devletleri, artık istedikleri yeri bir bahane ile işgal edebilirlerdi. Savaş boyunca desteklerini gördükleri Ermenileri kullanmaya devam etmek amacıyla da 24. maddeyi antlaşmaya eklemişlerdi.
İtilaf Devletleri, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imza edilmesinden bir hafta sonra İstanbul’u işgal ettiler. Bu işgalin ardından İngiltere Musul ve çevresini, Fransa Suriye’yi, İtalya ise Anadolu’nun güney sahillerine asker çıkardı. İzmir başta olmak üzere Batı Anadolu, Rumeli ve Doğu Karadeniz’de Rumlar örgütlenmeye ve çeteler kurup Türklere saldırmaya başladılar. Diğer taraftan Doğu Anadolu’da Erzurum, Van, Bitlis gibi şehirlerle Adana, Maraş, Antep ve Urfa’da Ermeniler örgütlenmeye ve çeteler kurmaya başladılar. 1915’te Türk askerinin ikmal yollarını kesen çeteler kurmak, savaşa gerisindeki bölgelerde Müslüman ahaliye saldırmak, düşmana istihbarat ve lojistik destek vermek gibi suçları işleyenler için çıkarılan Tehcir Kanunu ile başka yerlere göç ettirilen Ermeniler, geri dönüp olaylar çıkarmaya başladılar.
İtilaf Devletleri, zaman ilerledikçe işgal sahalarını genişlettiler. Bu süreçte önemli maden yataklarının olduğu bölgeler, stratejik değeri olan noktalar birer birer işgal edildi. Bu işgal sürecinde bir müddet sonra Maraş, Antep ve Urfa şehirleri İngilizler tarafından işgal edildi.
Maraş’ın İngilizler Tarafından İşgali
İtilaf Devletlerinin lideri durumundaki İngiltere, I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaşın ilk dönemlerinde müttefiki olduğu devletlerle yaptığı gizli antlaşmalara uygun hareket etmek istemedi. Özellikle Musul ve çevresinin Fransızlara bırakılmasını doğru bulmuyordu. Bu yüzden hızla hareket ederek, yapılan gizli antlaşmalara aykırı olarak Musul ve çevresini işgal etti. Rusya’nın savaştan erken çekilmesi bir noktada İngiltere’nin Osmanlı coğrafyasında ve Akdeniz havzasında daha rahat hareket etmesine imkân verdi. Fransa’nın Suriye ve Lübnan’a yerleşmesinin ardından petrol bölgelerinin güvenliğini sağlamak amacıyla Maraş, Antep ve Urfa bölgesini işgale hazırlandı. Ortadoğu ve Anadolu’nun doğusundaki bu planlarına ek olarak Batı Anadolu’da özellikle İzmir ve çevresinde güçlü bir İtalya yerine daha zayıf bir devlet olan Yunanistan’ın varlık sürmesini kendi çıkarlarına uygun görüyordu.
İngilizler, menfaatleri çerçevesinde Mondros Ateşkes Antlaşmanın hükümlerini uygulamaya koydular. Mondros Ateşkes Antlaşmasının 7. Maddesine dayanarak 22 Şubat 1919 günü Maraş’ı işgal ettiler. Maraş’a gelen İngiliz İşgal Kuvvetlerinin başında Max Andriyo vardı. Max Andriyo’nun komutasında şehre gelen askeri birliklerin tamamı bir süvari alayından ibaretti. Bu süvari alayının büyük bir kısmını, Hintli Müslümanlardan olan subay ve erler oluşturuyordu. Hintli askerlerin ayaklarında çizmeleri, üstlerinde yün kumaştan elbise, başlarında beyaz takke ve yine aynı kumaştan takkeleri saran sarıklar vardı. İngilizler, işgal bölgesinde halkın tepkisini azaltmak amacıyla yanlarında Müslüman sömürgelerden getirdikleri askerleri bulunduruyorlardı.
İngilizlerin Maraş’ı işgali sürecinde büyük çaplı olaylar olmadı. Bunun iki nedeni vardı, birincisi İngiliz işgal kuvvetleri komutanı ve diğer subaylar, Ermenilerin tüm çabalarına rağmen iddia ettikleri yalanlarına inanmamışlardı. Öbür taraftan şehrin asayişine önem vermiş ve anlaşmazlıklarda Türkler ile Ermeniler arasında bir tarafı tutmamışlardı. İkinci olarak işgalin geçici bir süre olduğunu söylemişlerdi. Bu süre içerisinde de Türk ve Müslüman ahalinin milli ve manevi hassasiyetlerine uygun davrandılar. Tabi ki Türklerle İngilizler arasındaki ilişkilerin en azında çatışma ortamına dönüşmemesinde; Maraş’ın en önemli kanaat önderlerinden biri olan Şeyh Ali Sezai Efendi ile İngiliz İşgal Kuvvetleri Siyasi Komiseri olarak Maraş’ta görev yapan Mısırlı Müslüman Subay Hasan Rufai arasındaki ilişki de etkili oldu. İngilizler, Hasan Rufai Bey aracılığıyla Şeyh Ali Sezai Efendi üzerinden Maraş halkının niyetini, düşüncesini ve beklentisini öğrenip ona uygun davrandılar. Şeyh Ali Sezai Efendi ise kendisinden Osmanlı Türkçesi dersi alan İngiliz İşgal Kuvvetleri Subayı Yüzbaşı Hasan Rufai’den edindiği bilgileri Maraş halkıyla paylaştı. Ermenilerin, Türklerin mallarını ele geçirmek için yaptıkları türlü hile ve yalanların ortaya çıkarılmasında, Ermenilerin İngilizleri Türklere karşı kışkırtmaya çalışmalarında başarısız olmalarında bu ikili ilişki etkili oldu. Buna rağmen bazı Ermeniler, Fındıcak, Zeytun, Yenicekale ve Fırnız gibi bölgelerde çeteler kurup Türk ahaliye karşı saldırılarda bulundular. Şehrin çevresindeki köylerde de Ermeniler, Türklere saldırmaya devam ettiler.
Ermeniler, şehir merkezinde İngiliz İşgal Kuvvetlerinden gerekli desteği bulamamış olmalarından hiç memnun değillerdi. Özellikle mahkemelerde haksız çıkmaları, şehir içinde yaşanan olaylarda İngilizlerin Türklere karşı kendilerinin tutmamalarından memnun değillerdi. İngiliz İşgal Kuvvetlerinin tutumu, kurmayı düşündükleri Büyük Ermenistan Krallığı’nın bir parçası olarak gördükleri Maraş’ta onları hâkim güç haline getirmeyecekti. Bir süre sonra başta Agop Hırlakyan olmak üzere Ermenilerin ileri gelenleri, İngiliz İşgal Kuvvetleri komutanından duydukları rahatsızlığı dillendirmeye başladılar. Ardından İtilaf Kuvvetleri Doğu Akdeniz Komutanlığı nezdinde şikâyetlerde bulunmaya başladılar. Ermenilerin, şikâyet mektupları ve telgrafları zamanla İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri karargâhına ulaşmaya başladı.
İngilizler, Maraş içerisinde halkı galeyana getirecek faaliyetlerde bulunmaktan uzak durdular. Bu durumun birçok nedeni vardı. Ermenilerin nüfus olarak Türklere oranla çok az olduğunu biliyorlardı. Maraş dâhil birçok şehirde Ermenilerin iddia ettikleri gibi halkın kahir ekserinin Müslümanlardan olduğunu görüyorlardı. Bu yüzden Ermenilerle iş yapmak yerine bölgede Kürtçülük faaliyetlerini desteklemeyi daha doğru görüyorlardı. Bu çerçevede Maraş’ta Türkler ile Ermeniler arasında büyük çatışmaların yaşanmasını engelleyecek bir politika güden İngilizler, Binbaşı Edward Noel’i Maraş, Malatya ve çevresinde Kürtçülük faaliyetleri yürütmekle görevlendirdiler. Binbaşı Edward Noel, Maraş’ta İngiliz işgalinin devam ettiği dönemde Pazarcık’a gelip Atmalı Aşireti’nin reisi Paşa Yakup Hamdi ve yine Sinemilli Aşireti’nin reisi Tapo Ağa ile görüşmeler yaptıktan sonra Elbistan üzerinden Malatya tarafına geçti. İngilizlerin bölgedeki Kürtçülük faaliyetleri cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda da devam etti.
Maraş’taki Ermenilerin işgal kuvvetleri komutanından duydukları rahatsızlığı bildiren telgraflar, İstanbul’a ulaştığı dönemlerde Musul ve Suriye konusunda İngiltere ve Fransa arasında çıkar çatışmaları yaşanıyordu. Fransa gizli antlaşmalara uygun davranılmasını talep ederken İngilizler buna yanaşmıyor İngiliz İşgal Kuvvetleri, sekiz aylık işgal süresince Ermenilerin tüm kışkırtmalarına rağmen Türk halkıyla karşı karşıya gelmemeye dikkat ettiler.
Suriye Antlaşması
İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı öncesinde kendi aralarında yaptıkları gizli antlaşmalarla Osmanlı topraklarını kendi aralarında taksim ettiler. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Suriye, Irak ve Anadolu’nun güneydoğusunu içine alan planları savaşın seyrine göre değişikli gösterdi. 1917’de Bolşevik İhtilali sonrasında Rusya’nın savaştan çekilmesinin ardından Rusya’da kurulan yeni yönetim gizli antlaşmaları tüm dünyaya ilan etti.
İngiltere ve Fransa aralarında imza ettikleri Sykes-Picot Antlaşması ile Ortadoğu petrol havzalarını kendi arlarında pay etmişlerdi. İngiltere, Basra Körfezi’nden Musul’a kadar uzanan petrol rezervlerine sahip işgal sahasını Rus tehdidine karşı korumak için Fransızların Musul, Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova ile Suriye’yi işgalini uygun görmüştü. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından İngiltere, Sykes-Picot Antlaşmasının hükümlerine uymadı. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasının hemen ardından daha önce Fransız nüfuz alanı olarak belirlenen Musul’u işgal etti. Ardından Urfa, Antep ve Maraş’a işgal kuvvetleri gönderdi.
Fransa, İngiltere’nin gizli antlaşmalara uymamasını müttefik devletler nezdinde protesto etti. İşgal bölgelerinin taksimi hususunda ABD’nin arabuluculuk yapmasını isteyen Fransa’nın diplomatik hamleleri tam manasıyla olmasa da sonuç verdi. İki devlet arasında 15 Eylül 1919 tarihinde Suriye Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Musul dahil Irak ve Ürdün ile Filistin toprakları İngiltere’nin olacaktı. Fransa ise Çukurova, Suriye, Lübnan ve İngilizler tarafından işgal edilmiş durumda olan Maraş, Antep ve Urfa bölgelerini alacaktı. Bu antlaşmaya göre İngiltere 1 Kasım 1919 tarihine kadar Maraş’tan çekilecek verine Fransız birlikleri gelecekti.
Maraş’ın Fransızlar Tarafından İşgali
İngiltere, Fransa ile yaptığı Suriye Antlaşmanın hükümlerine uygun olarak Maraş, Antep ve Urfa’daki işgal kuvvetlerinin çekilmesi için gerekli emirleri gönderdi. Bu sırada Maraş’ta bulunan bazı Ermeniler, İngilizlerin şehri erken terk etmeleri halinde Fransızlar gelinceye kadar Türklerin saldırısına uğrayacakları konusunda korkuları olduğunu İngiliz ve Fransız komutanlıklarına bildirdiler. Bu yüzden İngilizler, Fransızların şehre gelişine kadar şehirde kalmaya devam ettiler.
İngiltere ile Fransa arasında imzalanan Suriye Antlaşması’yla Maraş ve çevresinin Fransızlara bırakılacağı bilgisi kısa sürede Ermeni çetelerine ulaşmıştı. Maraşlı Beyazıtzade Yaver Bey, oğlunu okula yazdırmak için Adana’ya gittiğinde Suriye Antlaşması ve hükümleri hakkında konuşan Ermenilerden Fransızların, Maraş’a geleceklerini öğrendi. Şehre dönüşünde ise durumu Maraş’ın ileri gelenleri ile paylaştı. Bu durum üzerine Kadızade Hacı Hasan Efendi’nin konağında bir toplantı tertip eden Maraşlılar meselenin doğrulu hakkında bilgi edinmesi için Şeyh Ali Sezai Efendi’den İngiliz İşgal Kuvvetleri Siyasi Komiseri olan Yüzbaşı Hasan Rufai’den durumu öğrenmesini rica ettiler.
Şeyh Ali Sezai Efendi ve Dr. Mustafa Bey, kışlaya giderek Yüzbaşı Hasan Rufai ile görüştüler. Bu görüşmede Yüzbaşı Hasan Rufai, Suriye Antlaşması’nın hükümlerinden bahisle İngilizlerin Maraş’tan çekileceğini yerlerine de Fransızların geleceğini bildirdi.
Şeyh Ali Sezai Efendi ve Dr. Mustafa Bey’in öğrendikleri bilgileri Maraş’ın ileri gelenleriyle paylaşmasının ardından bilgi kısa sürede tüm şehre yayıldı. Maraşlılar, Fransızların Tunus ve Cezayir’de Müslümanlara karşı yaptıkları soykırımlardan haberdarlardı. Fransızların Maraş’a geleceğinin kesinleşmesi üzerine Maraş’ta Müslüman ahaliyi korku ve panik sardı. Şeyh Ali Sezai Efendi ve Dr. Mustafa gibi lider kişiliğe sahip birçok Maraşlı, İngiliz işgali gibi Fransızların da Maraş’ı işgal etmelerinin Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine uygun olmadığını dile getiren telgrafları İşgal Kuvvetleri temsilciliklerine gönderdiler. Ulucami ve hükumet binası önünde toplanan halk, yapılması planlanan işgalin hukuksuzluğunu dile getirip protesto ettiler.
Fransa, İngiltere ile imzaladığı Suriye Antlaşması’nın hükümlerine uygun olarak 29 Ekim 1919 günü Antep’e girdiler. Antep girişinde Ermeniler tarafından bayraklarla ve çiçeklerle karşılanan Fransızlar, kısa sürede şehrin stratejik noktalarını ele geçirdiler. Fransızların şehre gelmesinin hemen ardından İngiliz Generali Weir ile Fransız Albay Flye Saint Marie arasında devir teslim şartlarını içeren bir beyanname hazırlandı. Bu beyanname aynı gün Maraş mutasarrıflığına gönderildi.
Fransızlar, Antep’i işgal ettikten hemen sonra Maraş’ın işgaline giriştiler. Antep’te, Ermeni alayı ile 42’nci piyade alayından bir takım, Afrika avcı takımı ile Ermeni alayının üçüncü taburundan müteşekkil olan Fransız işgal kuvvetlerinden bir bölümü Maraş’ın işgali için görevlendirildi. Yüzbaşı Fouquet komutasındaki 412’nci alaydan yarım bölük ile Ermeni alayının birinci taburu ve bir sipahi takımı Maraş’ın işgali için harekete geçti. 30 Ekim 1919 günü Pazarcık-Aksu yolu üzerinden şehre hareket eden Fransız işgal kuvvetleri, ikindi vaktine doğru Şeyhadil Mezarlığı tarafından şehre girmeye başladı. Yol boyunca dizilmiş olan Ermeniler, Fransız işgal kuvvetlerini ve onlarla birlikte gelen Ermeni lejyonerlerini bayraklarla, çiçeklerle “ Yaşasın Fransa, Yaşasın Ermenistan! Kahrolsun Türkler, kahrolsun Türklerin padişahı!” nümayişleriyle karşıladılar. Fransızların şehre girmesinden bir gün sonra İngiliz Generali Weir ile Fransız Albay Flye Saint Marie devir teslim için Maraş’a geldiler. İki devlet arasında imza edilen beyanname ile İngilizler 1 Kasım 1919 günü şehri terk ederken onların yerine Fransızlar Maraş’ın işgalini tamamladılar.
Abdal Halil Ağa Olayı
Maraş’ın Fransızlar tarafından işgal edileceği haberi şehirde yayılmaya başlayınca Ermeniler çok sevindiler. Ermenilerin ileri gelenleri Agop Hırlakyan’ın konağında toplandılar. Fransızlar işgal kuvvetlerini ve onlarla birlikte gelecek olan Ermeni lejyonerlerinin güzel bir törenler karşılamak için görüşlerini dile getirmeye başladılar. Agop Hırlakyan’ın konağında yapılan toplantının neticesinde birçok karar alındı. Buna göre; İşgal kuvvetlerinin geleceği güzergâhtaki evlerin Fransız ve Ermeni bayraklarıyla donatılmasına karar verildi. Yol boyunca Ermeniler sağlı sollu bir kortej oluşturacaklardı. Fransız askeri birliğinin komutanına Ermeni kızları çiçekler sunacaktı. Askerlerin geçeceği caddeyi çevreleyen binaların damların işgal kuvvetlerinin üzerine çiçekler atılacak hep bir ağızdan “Kahrolsun Türklerin padişahı, kahrolsun Türkler! Yaşasın Fransızlar, yaşasın Ermeniler!” sloganları atılacaktı.
Agop Hırlakyan, tüm bunların yanında Fransız işgal kuvvetlerini davullar ve zurnalar eşliğinde bir bayram havasında karşılamanın doğru olacağını belirtti. Agop Hırlakyan’ın fikri diğer ileri gelen Ermeniler tarafından da uygun görüldü. Bu tarz eğlencelerde genellikle yabancı misyonların mızıka grupları kullanılmaktaydı. Fakat Ermenilerin niyeti çok daha büyük bir karşılama töreni düzenlemekti. Bunun üzerine Agop Hırlakyan oğlu Setrek’i, Abdallar Aşireti Reisi Halil Ağa’ya gönderdi. Setrek, Agop Hırlakyan ile birlikte Ermeni ileri gelenlerinin düşüncesini Abdal Halil Ağa’ya iletti.
Setrek, yanında getirdiği hatırı sayılır bir miktardaki parayı Abdal Halil Ağa’ya uzatıp, “Halil Ağa yarın Fransızlar şehre gelecekler. Senden aşiretindeki tüm davulları ve zurnaları toplayarak yarın karşılamada olmanı istiyoruz.” dedi. Abdal Halil Ağa’ya ilaveten yanında getirdiği tüm davulcuların ve zurnacıların istedikleri parayı da vereceklerini ekledi.
Abdal Halil Ağa, mert ve vatansever bir adamdı. Fransızların şehre geleceği yönündeki haberlerin şehirde yayıldığı vakitler Müslüman ahalinin yaşadığı korkuyu ve üzüntüyü görmüş, yayılan haberlerden dolayı kendisi ve aşireti de derin bir üzüntüye düşmüştü. Abdal Halil Ağa, kendisine yapılan teklifi duyduğunda en ufak bir tereddüt dahi göstermedi. Agop Hırlakyan’ın hatırı sayılır miktarda bir para ve karşılamada davul çalması teklifiyle gönderdiği oğlu Setrek’e “ Agop Ağa’ya söyle; gönderdiğim davulların kasnağını altınla dolduracak olsanız bile yine de bir tek davul, bir tek zurna göndermem! Bu bir din bahsidir, din gardaşlarımın bağrına çomağımı vuramam!” dedi. Kendinden emin bir tavırla ve net ifadelerle Setrek’i tersleyen ve Ermenilerin teklifini kesin bir dille reddetti.
Abdal Halil Ağa ve aşireti ekonomik anlamda zor günler geçirmesine rağmen Maraş’ın en zengin adamı olan Agop Hırlakyan’ı hatırı sayılır bir para ile yaptığı teklifi reddettiği haberi kısa süre içerisinde şehirde yayıldı. Agop Hırlakyan ve Ermenilerin planlarını bozan Abdal Halil Ağa, Türk halkının büyük takdirini kazandı. Zor şartlarda olmasına rağmen vatan sevgisiyle hareket eden Abdal Halil Ağa, Maraş Milli Mücadelesi’nin psikolojik safhasının ilk kahramanı oldu. İmanın imkâna karşı galip geleceğinin ilk işareti olan bu olaydaki vakur duruşuyla Abdal Halil Ağa, tarihe geçti.
Sütçü İmam Olayı
Fransız İşgal Kuvvetleri Komutanı Yüzbaşı Joly, Maraş’ın işgal kararını belirten beyannameyi Mutasarrıf Ata Efendi’ye getirdikten bir gün sonra Fransızlar şehre Şeyhadil Mezarlığı tarafından giriş yaptılar. Fransız İşgal Kuvvetleri komutanı De-Fontzine komutasından Ermeni, Cezayir ve Fransız karışımı 2 bin kişilk bir lejyoner birliği şehre giriş yaptı. Sanki zafer kazanmış bir komutan edasında, Ermeni kadınları ve çocukları tarafından çiçeklerle ve şarkılarla karşılandı. “Yaşasın Kilikya Ermenistan’ı kahrolsun çekemeyenler.” Nümayişleri şehrin sokaklarında yankılanıyordu.
Türk halkı, Fransızların gelişinden cesaret alarak hakaretler eden Ermenileri, uzaktan sessizce izliyorlardı. Fransız Komutan şehre gelir gelmez hemen şehrin ileri gelenlerini ayağına çağırttırıp ağır hakaretler ederek tehditler savurmuştu. Halkın ileri gelenlerinden bazıları Elbistan’a çekilmişti. Fransız komutanın tavrı Türkleri rahatsız ederken Ermenileri pek memnun etmişti. Fransız komutandan destek alan Ermeniler, sokaklarda taşkınlıklara başladılar. Fransızların şehre gelişlerinin ertesi günü yani 31 Ekim 1919 Cuma günü gruplar halinde sokaklara dağılmış olan sarhoş Ermeni lejyonerleri yolda rastladıkları halka genç yaşlı demeden, kadın erkek ayrımı yapmaksızın hakaretler etmeye başladılar.
Kayabaşı’nda ve Çocuk Bahçesi mevkiinde geçen bir grup Fransız askeri kıyafeti giymiş Ermeni lejyoneri, esnafa hakaretler savurarak Uzunoluk Caddesi’ne saptılar. Bu sırada Uzunoluk Hamamı’ndan çıkmakta olan kadınları gördüler. Fransız askeri kıyafeti giymiş Ermeni lejyonerler, hemen bu kadınlara saldırdılar. “Artık burası Türklerin değildir. Fransız memleketinde peçe ile gezilmez.” diyerek kadınların peçelerine el uzattılar. Kadınların, “Namusumuz elden gidiyor, yok mu bir Muhammed ümmeti!” haykırışı karşısında az ileride Kel Hacı’nın kahvehanesinin önünde bulunan Türk gençlerinin dikkatini çekti. Eski bir jandarma eri olan ve savaş bittikten sonra memleketine dönmüş olan Çakmakçı Sait adındaki bir genç adam, gördüğü manzara karşında hemen yerinden fırladı. Müslüman kadınları Fransız askeri kıyafeti giymiş sarhoş Ermeni lejyonerlerin elinden almak istedi. Çakmakçı Sait’in üzerilerine geldiğini gören işgal askerleri, onu vurarak şehit ettiler. Gaffar Kabuloğlu Osman adındaki bir başka Maraşlıyı da yaraladılar.
İşgalcilerin kadınlara saldırdığını ve hemen ardından onları korumak için harekete geçen Çakmakçı Sait’i şehit ettiklerini az ötedeki dükkânından gören Sütçü İmam, hemen harekete geçti. Çekmecesinde sakladığı Karadağ marka tabancasını alıp olay yerine ulaştı. Bir an bile tereddüt göstermeden tabancasını çekip düşman askerlerine ateş etti. Sütçü İmam, Fransız üniforması giymiş olan askerlere peş peşe sıktığı kurşunların Anadolu’daki milli direnişin ilk kıvılcımı olacağını bilmiyordu. Fransız askerinden birisini vurup öldüren bir diğerini de yaralayan Sütçü İmam, kadınları düşman tecavüzünden kurtardığı gibi Çakmakçı Sait’in de intikamını aldı.
Sütçü İmam’ın kurşunuyla yaralanan Fransız askeri, kışlada yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamadı ve öldü. Fransızlar ve Ermeniler, bu olaydan sonra Sütçü İmam’ı aramaya başladılar. Türklere saldırmaya başladılar, Sütçü İmam’ın yakını olan Tiyeklioğlu Kadir’i yakalayıp işkence ile katlettiler.
Olaydan sonra etraftaki esnafın ve ahalinin yönlendirmesiyle şehri terk eden Sütçü İmam Bertiz’e Beyazıtlı Muharrem Bey’in yanına gitti. Sonraki günlerde de Sütçü İmam, Bertiz çetesine dâhil olup Maraş’ın kurtuluşu için savaşmaya devam etti.
Sütçü İmam’ın Uzunoluk Hamamı önünde Fransız işgal kuvvetlerine sıktığı ilk kurlun, Maraş Milli Mücadelesi’nin başladığını gösterdi. Fransızlar, Türklerin kolay pes etmeyeceklerini anladılar. Sütçü İmam Olayı, Anadolu’da İstiklal Mücadelesi verilmesi için mücadele eden Mustafa Kemal Paşa ve Temsil heyetini cesaretlendiren örnek bir olay oldu. Anadolu’daki kurtuluş mücadelesinin ilk kıvılcımı olan bu olaydaki kahramanlığı ile Sütçü İmam’ın adı tarihe altın sayfalarına yazıldı.
Bayrak Olayı
Sütçü İmam Olayı, Maraş’ta İstiklal mücadelesinin il kıvılcımı oldu. Fakat bu olaydan sonra Fransızların desteğini alan Ermeniler, silahlanmaya başladı. Zeytun, Fırnız, Fındıcak ve Kişifli gibi Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelerden şehre gelen Ermeni çeteler, şehrin dışındaki ıssız yerlerde halka saldırmaya, geceleri sokaklarda Türklere ateş etmeye başladılar. Bir müddet sonra şehir içerisinde asayiş tamamen bozuldu. Bunun üzerine Fransızların Adana Askeri Valisi Albay Bremond tarafından Maraş’ta asayişi sağlaması için Osmaniye askeri valisi Yüzbaşı Andre Maraş’a gönderildi.
Yüzbaşı Andre 26 Kasım 1919 günü yanında Osmaniye’den bazı misafirler ve az sayıdaki askerle birlikte Maraş’a ulaştı. Şehre geldiği gün Mutasarrıf ata efendi, Kadir Paşa ve Agop Hırlakyan ile görüştü. Bir gün sonra Ermeniler, Adana valisi Bremond ve Yüzbaşı Andre’nin şerefine, 27 Kasım 1919 Perşembe akşamı, Hırklakyanların konağında bir balo tertip ettiler.
Fransız komutan Yüzbaşı Andre, çok sayıda misafirin katıldığı baloda Hırklayan’ın torunları Helena ve Victor ile tanıştı. Oldukça çekici ve güzel olan Helena’yı dansa davet etti ancak dans teklifi, Helena tarafından net bir şekilde reddedildi. Hırlakyan’ın oğlu Hovsep’in kızı Helena, Fransız Komutan Andre’ye “ Sizinle dans etmemekten dolayı beni mazur görünüz, üzgünüm. Çünkü kendimi hala esaret ve zillet içerisinde bir kadın olarak görüyorum. Kalesinde Türk bayrağı dalgalanan bir memlekette Fransızların ya da Ermenilerin hâkim olduğuna inanmıyorum. Büz yüzden sizinle dans edemem.” Dedi.
Fransız Komutan Yüzbaşı Andre, beklemediği bir cevapla karşılaşmıştı. Şaşkınlığı üzerinden atar atmaz, yakındaki adamlarına derhal emir verdi. Yüzbaşı Andre’nin Türk Bayrağı’nın kaleden indirilmesi ve yerine Fransız bayrağının çekilmesi emri kısa süre emri harfiyen yerine getirildi. Ermeniler ve Fransızlar coşku içerisinde balodaki eğlencelerini sürdürdüler.
28 Kasım Cuma sabahı kalede Türk Bayrağının yerinde Fransız bayrağının dalgalandığını gören Avukat Mehmet Ali Kısakürek “Alemi İslam’a Hitap” beyannamesini kaleme aldı. Yazdığı beyannameyi oğlu Şahap’a vererek Ulucami’de ve çarşı içerisindeki camilerde cemaatin görebileceği yerlere asmasını söyledi. Şahap Kısakürek babasının hazırlayıp çoğaldığı Alem-i İslam’a Hitap Beyannamesi’ni babasının dediği gibi Ulucami’ye, sokaklarda halkın rahatlıkla görebileceği yerlere ve çarşı içerisindeki cami kapılarına astı.
Maraş halkı, gün ışıyıp dükkanlarını açmak için çarşıya gelmeye başladıklarında beyannamede olanları okudular. Cuma vaktine doğru halk akın akın Ulucami önünde toplanmaya başladı. Kendi aralarında bayrağın indirilmesini konuşmaya başlayan halk, sanki bir işaret fişeği beklercesine kaynıyordu. Cuma namazı vakti girince halk Ulucami’yi doldurdu. İçerde yer kalmamış ve halk caminin bahçesine taşmıştı. Hutbeyi okumak için minbere çıkan Rıdvan Hoca;
“Müslümanlar, bir beldede Cuma namazı kılmak için o beldenin hür olması gerekir. Eğer beldede hürriyet yoksa orada İslam sancağı dalgalanmıyorsa, namaz kılmak caiz değildir.” dedi. Rıdvan Hoca’nın bu sözleri üzerine halk, orada bulunan Şeyh Ali Sezai Efendi’den bu hususta bir fetva istediler. Şeyh Ali Sezai Efendi’nin de Rıdvan Hoca ile aynı sözleri söylemesi üzerine cemaat harekete geçti. Cemaatten biri minberin kenarında asılı olan sancağı alıp “Bayrağımızı yerine koymak için kaleye hücum edeler!” diye bağırdı. Maraş halkı, Ulucami’den aldığı bayrağı kaleye dikmek için harekete geçti. Kısa sürede Evliya Efendi, Arslan Bey, Şeyh Ali Sezai Efendi, Dr. Mustafa, Aşıklıoğlu Hüseyin gibi kişilerinde halkla beraber kaleye hücum ettiler. Kaledeki askerleri tepeleyip Fransız bayrağını indiren Maraş’ın kahraman halkı, Onbaşı Osman Erşan’ın indirildikten sonra bir köşeye atılmış halde bulduğu Türk bayrağını tekrar göndere çekti. Bayrağın altında namazı kılan Maraşlılar, kaleden sonra topluca hükumet binasına giderek Fransız işgal kuvvetleri komutanı Yüzbaşı Andre’yi protesto ettiler.
Bayrak Olayı, basın yoluyla kısa sürede Anadolu’da ve tüm Avrupa’da duyuldu. Fransızların bir avuç silahsız sivil halka karşı başarısız olduğu haberi Fransızların tüm dünyadaki prestijini sarstı. Maraş halkının bu hareketinin diğer sömürgelere örnek olacağını düşünen ve bundan rahatsız olan Fransızların Doğu Akdeniz İşgal Kuvvetleri General Guro, Maraş’ın artık bir sorun olmaktan çıkmasını istiyordu. Bayrak Olayı’ndan hemen sonra Yüzbaşı Andre, Maraş’tan alındı ve yerine takviye kuvvetlerle bir Türk düşmanı olan General Kerret görevlendirildi.
Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kurulması ve İlk Çatışmalar
Bayrak Olayı, bardağı taşıran son damla olmuştu. Maraş halkı artık geri dönüşün olmadığını anlıyordu. Fransızların bu olaydan sonra daha fazla kuvvetle kendilerini sindirmek için harekete geçeceğini bilen Maraş’ın vatansever halkı kurtuluş çareleri aramaya başladı. İstanbul’dan yardımın gelemeyeceğini bildiği için bir başka yol bulması gerekiyordu. Maraş’ın ileri gelenlerinden bazıları Şekerli Mahallesi’nde, savaş sonrası terhis olarak memleketine dönmüş genç zabitler, devlet memurları ve gençler ise Kayabaşı Mahallesi’nde örgütlenerek, Elbistan ve Pazarcık’ta kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin benzerini Maraş’ta kurmak için harekete geçmişlerdi. Kısa bir süre sonra Maraş’ta birbirinden habersiz iki teşkilat kuruldu. Kayabaşı ve Şekerli mahallelerinde kurulan bu teşkilatlar, birbirlerinden haberdar olunca birleşme kararı aldılar.
Kayabaşı ve Şekerli teşkilatları Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla tek bir çatı altında birleştiler. Başkanlığına ise Serkomiser Arslan Bey seçildi. Aslan Bey’in askeri liderliğinde, Şeyh Ali Sezai Efendi’nin önderliğinde kurulan teşkilat kısa süre içerisinde Maraş’ın hemen her mahallesinde örgütlenmeye başladılar. Şehri on mahalleye bölerek, her mahallenin başına bir çete reisi görevlendiren Arslan Bey, Pazarcık ve Elbistan’daki teşkilatlar iletişime geçtikten sonra durumu Sivas’a Temsil Heyeti’ne bildirdiler.
Fransızlar, General Kerret’in şehre gelmesinin ardından yanlarında getirdikleri silahları ve cephaneleri Ermenilere dağıtmaya başladılar. Maraş’taki silah ve cephane eksikliğini Antep’teki ve Adana’daki üstlerine rapor eden General Kerret, asker, silah ve cephane yardımı istedi. Beyrut’taki General Dufieux, Binbaşı Roze de Ordens komutasındaki birliklerle Antep yoluyla talep edilen yardımları Maraş’a sevk edilmesi emrini verdi. Binbaşı Roze de Ordens komutasındaki birliklerin yardımları götürmek üzere yola çıkmasının ardından 21 Aralık 1919’dan itibaren fasılalar halinde Fransız Kuvvetleri ile Türk çeteleri arasında ilk çatışmalar başladı. Antep yolu üzerindeki Kuvay-ı Milliye birlikleri Gavurboğazı denilen mıntıkadan itibaren Karabıyıklı, Araplar Köyü ve Harabeler mevkiinde Fransız yardım birliklerine saldırılar düzenlendi. Çıkan çatışmalarda Kılıç Ali, Paşa Yakup Hamdi Bey liderliğindeki Pazarcık çeteleri ile Karayılan Çetesi Fransızlara büyük kayıplar verdirdiler.
İslahiye, Kömürler, Belpınar üzerinden Maraş’a yardım getirmek için hareket eden General Dufieux, Binbaşı Corneloup’a Türk çetelerini bulup yok etme emrini verdi. 2 Ocak 1920 tarihinden itibaren İslahiye üzerinden harekete geçen Fransız kuvvetleri önce Sarılar mevkiinde, Bababurun Kalesi önünde sonra Kılılı ve Eloğlu köylerinde Türk çetelerinin saldırılarıyla karşılaştı. Benli Ökkeş, Muallim Hayrullah, Mustafa Kahya çeteleriyle birlikte Beyazıtlı Zafer ve Muharrem beylerin kontrolündeki Bertiz çeteleri Fransızlara büyük kayıplar verdirdiler. Batı köylerinden teşekkül edilmiş olan çeteler ile birlikte Türkoğlu Mustafa Bey’in destekleriyle Orçanbanısı, Ceceli, İmalı, Çakıroğlu gibi köylerden gelen çeteler Eloğlu ve Ceceli’de Fransız askeri birliklerine ağır kayıplar verdirdiler. Kılılı’nın kuzeyinde Danışman Tepe’de Maraş’tan yardım amaçlı gönderilmiş Fransız birlikleriyle Binbaşı Corneloup’un Eloğlu üzerinden Kılılı’ya ulaşmış olan birliklerinin arasında kalan Muallim Hayrullah’ın 60 kişilik çetesi büyük kahramanlıklar gösterdiler. Bu çatışmalarda yaralanan Muallim Hayrullah, tedavi edilse de kurtulamayarak şehit oldu. 3 Ocak ile 10 Ocak tarihleri arasında Türkoğlu bölgesinde yapılan çatışmalarda Fransızlar Ceceli, Eloğlu ve Kılılı köylerini yaktılar. Birçok masum sivil insanı katlettiler. Fakat Türk çeteleri karşısında 60 ölü vererek güç bela Maraş’a ulaştılar. Bu olaylardan sonra artık Türk çeteleri ile Fransızlar ve onların işbirlikçisi durumundaki Ermenilerle şehir merkezinde çatışmalar kaçınılmaz hale geldi.
22 Gün 22 Gece Savaş ve Maraş’ın Düşman İşgalinden Kurtuluşu
General Kerret, 21 Ocak 1920 Çarşamba günü Pazarcık ve Türkoğlu taraflarında yaşanan çatışmaları konuşma bahanesiyle Maraş’ın mülki amirlerini ve ileri gelenlerini karargâhına çağırdı. Toplantıya gelenlere ağır hakaretler ve tehditler savurduktan sonra bir Mutasarrıf Vekili Cevdet Bey, Jandarma Komutanı İsmail Hakkı Bey ve Belediye Reisi Bekir Sıtkı Bey gibi birçok kişi alı koyup bazılarını da serbest bıraktı.
Halk ve çeteler General Kerret’in toplantıya çağırdığı kişilerden bazılarını esir alıp bazılarını serbest bırakmasının ardından silahlarına sarıldılar. Maraş Kuvay-ı Milliye birliklerinin reisi Arslan Bey, durumu haber alınca hemen bir beyanname yayınlayarak halkı Fransızlara karşı koymaya çağırdı. Emrindeki çetelere de savaşın başladığını ilan etti. Böylece 22 gün 22 gece sürecek İstiklal mücadelesi başladı.
22 gün 22 gece süren Maraş İstiklal Mücadelesinde Evliya Efendi’nin ve çetesinin cesareti ve kahramanlığı dillerde destan oldu. Taşhan’ın alınışı sırasında Evliya Efendi şehit düştü. Evliya Efendi gibi Mıllış Nuri, Çuhadar Ali, Medineoğlu Abdullah Çavuş, Berber Ali, Göllülü Yusuf Çavuş ve Dr. Mustafa gibi yüzlerce Maraşlı namus bildikleri vatanları için şehit oldular. Şeyh Ali Sezai Efendi, Vezir Fahı, Karamanlı Fahısı, Kılıç Ali, Paşa Yakup Hamdi Bey, Efsuslu Köşoğlu Süleyman Bey, Andırınlı İbrahim Ağa, Yüzbaşı Kamil Bey, Pişkinzade Ali Rıza Bey, Aşıklıoğlu Hüseyin ve Abdal Halil Ağa gibi yüzlerce, binlerce kahraman vatan evladı, namus saydıkları vatanları için canla başla mücadele ettiler.
“Maraş Bize Mezar Olmadan Düşman Gülzar Olmaz!” diye Maraşlılar, düşmana teslim olmak yerine kendi evlerini yakarak yurtlarını düşmana dar ettiler. Açlık ve soğuğa rağmen teslim olmayan Maraş halkı, “Ya İstiklal Ya Ölüm!” parolasıyla başlattığı kurtuluş mücadelesini 11 Şubat 1920 tarihinde gerçekleştirdi.
Fransız İşgal Kuvvetleri Komutanı General Kerret, elindeki tüm teknik imkâna ve silaha rağmen Türkleri yenemeyeceğini anladı. 11 Şubat gecesi, sahte bir saldırı planı hazırladıktan sonra çekilme kararı aldı. Gece çekiliş sırasında ses çıkarmaması için atların ayaklarına keçe bağlanılması emrini veren General Kerret, soğuğa, açlığa rağmen elindeki kıt kanat imkanlarla savaşan Maraşlılara karşı yenilgiyi kabul etti. 11 Şubat saat 3 buçuk sıralarında askerlerinin bir bölümünü şehirde bırakan General Kerret yanına aldığı 2 bin kişilik Ermeni grubuyla birlikte şehirden çıktı. Fransız askerlerinin Kışlayı ateşe verdikleri haberini alan Arslan Bey, Maraş’ın düşman işgalinden kurtulduğunu anladı. 11 Şubat 1920 sabahında Maraş’ta Türk milleti büyük bir zafer kazandı. Fransızlar, Agop Hırlakyan gibi birçok Ermeni ileri gelenine bile haber vermeden şehri terk edip gittiler. Arslan Bey’in emri ile geride kalan Fransız askerlerine ve Ermenilere iyi davranıldı, hiçbir surette kötü davranılmasına müsaade edilmedi.
Maraş halkının -20 derecede yaklaşık 1 metre yüksekliğindeki karda, tipide açlık ve yokluğa rağmen devrin en iyi silah ve cephanesiyle donanmış Fransız kuvvetlerine karşı kazandığı büyük zafer, mazlum milletlere örnek oldu. Anadolu’da başlatılan Kurtuluş Mücadelesi’nin ilk zaferi olan Maraş’taki kahramanlık destanı, diğer şehirlere de örnek oldu. Maraşlılar, şehirlerini düşman işgalinden kurtardıktan sonra Antep’in kurtuluşu için yardıma koştular. Antep’in kurtuluşundan sonra Osmaniye’ye yardım ettiler. Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığını yaptığı Sakarya Meydan Savaşı’nda Maraşlı askerler canla başla vatanları için savaştılar.
Cumhuriyet Döneminde Maraş
Kurtuluş Savaşı bittiğinde bağımsız bir il olarak idari yapının bir parçası olan Maraş’ın Elbistan, Göksun, Pazarcık ve Andırın kazaları bulunuyordu. Kısa süreliğine Pazarcık Gaziantep’e bağlansa da 1941 yılında Maraş’a tekrar dâhil oldu. Verimli arazileri ve zengin su kaynaklarına sahip olan Maraş kısa sürede güçlü bir ekonomi meydana getirdi. Bu sırada TBMM, 1925 yılında Maraş Belediyesi’ne gönderdiği bir yazı ile kurtuluş mücadelesine katılanların isimlerini istedi. Maraş Belediye reisi ve Maraşlı ileri gelenler yaptıkları toplantıda, “Maraş’ın kurtuluşunda tüm Maraşlılar savaşmıştır! Maraş’ın her ferdi kahramandır!” cevabını verilmesi kararı alındı. Bunun üzerine TBMM, 5 Nisan 1925 tarihinde Maraş şehrine İstiklal Madalyası verdi. Maraş’ın Kahramanlık destanı unutulmadı ve daha sonra yine Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 7 Şubat 1973 tarihinde Maraş’a “Kahraman” unvanı verildi.
Kahramanmaraş vilayetinin zaman içerisinde büyümesi üzerine 1944’te Afşin, 1960 yılında da dönemin başbakanı merhum Adnan Menderes’in özel gayretleri ile Türkoğlu ilçe oldu. Bu gelişmeleri 1987’de Çağlayancerit, 1990’da Nurhak ve 1991’de Ekinözü ilçelerinin kuruluşu takip etti.
Bugün nüfusu 1 milyonun üzerinde olan Kahramanmaraş’ta ilk belediye teşkilatı 1870 yılında kurulmuştur. Sultan II. Abdülhamid döneminde payitahtta önemli vazifelerde bulunmuş olan Kazancızade Sadi Efendi, o dönemlerde seçim yapılmadığı için padişahın fermanı ile Maraş Belediye reisliğine tayin edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin son döneminde ve Maraş’ın düşman işgalinden kurtuluşu sırasında (1915-1922) bu vazifeyi Bekir Sıtkı Bey yürütmüştür. Özellikle Milli Mücadele döneminde büyük kahramanlıklar göstermiş, Maraş halkına hizmet etmiştir.
Cumhuriyet dönemin ilk belediye reisi olarak, aynı zamanda şehrin ilk eczacısı olan Lütfi Köker görev yapmıştır. 1946 yılına kadar genellikle atamayla belirlenen belediye reisleri bu tarihten sonra seçimle belirlenmiştir. 1870 yılında ilk kurulduğu yıldan Cumhuriyet dönemine kadar 11, Cumhuriyet döneminden günümüze kadar ise 24 belediye başkanı şehremini olarak hizmet etmiştir. Bu belediye başkanları içerisinde 12 yıl ile en fazla bu görevi yürüten farklı tarihlerde 3 dönem Dr. Sait Emirmahmutoğlu ile 2 dönem üst üste olmak kaydıyla Mustafa Poyraz olurken, Kahramanmaraş’ın büyük şehir statüsüne geçmesiyle ilk büyükşehir belediye başkanı ise Fatih Mehmet Erkoç olmuştur. Kahramanmaraş İstiklal Mücadelesinin 100. Yılında ise büyükşehir belediyesi başkanlığını Hayrettin Güngör yürütmektedir.
Kahramanmaraş bugün 1 milyon 154 bin nüfusu ile Türkiye’nin 30 büyük şehrinden biridir. Modern tarım tarımın yapıldığı, büyük sanayi yatırımlarına sahip kendi kendine yetebilen az sayıdaki şehirlerden biridir. Verimli ovaları, yaylaları, akarsuları, barajları, ormanları ve daha birçok yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle ülke ekonomisine büyük katkısı olan Kahramanmaraş, gelişmiş karayolları ağı, Pazarcık ve Türkoğlu’na ulaşan demiryolu şebekesi ve şehir merkezindeki uluslararası direkt uçuşlara açık havaalanıyla bir dünya kenti durumundadır.
Kültür turizminin yanı sıra yayla turizmi ve yeni yapılan Yedi Kuyular kayak merkeziyle kış turizminin de gözdesi haline gelen Kahramanmaraş, Necip Fazıl Kısakürek, Yedi Güzel Adam, Abdürrahim ve Bahaeddin Karakoç kardeşler, Hayati Vasfi Taşyürek ve Aşık Mahsuni Şerif gibi büyük şair ve yazarların memleketidir. Şiir ve Edebiyatın Başkenti unvanını fazlasıyla hak etmektedir. Kahramanmaraş dondurması, tarhanası, kırmızıbiberi, cevizi, paçasıyla gastronomide kendisinden söz ettirirken yemenicilik, saraçlık, bakırcılık, kuyumculuk, oymacılık, sim sırmasıyla geleneksel el sanatlarının yaşatıldığı önemli bir kültür merkezi durumundadır.
Kaynakça